top of page

Amerikan İdeolojisi Üzerine

12/03/2016 - Hans-Hermann Hoppe

Hanımefendiler ve beyefendiler. Öncelikle Rahim (Taghizadegan), davetiniz için teşekkür ederim. Daha önce konuşan Guido Hülsmann gibi ben de Scholarium'un ve ondan önce de ekonomi enstitüsünün gelişimini başından beri takip ettim ve Rahim'e şirketinde yardımcı olmak için sık sık Viyana'da bulundum. Ama şimdi tabii ki bugünün en önemli konusuna geldik. Amerikan İdeolojisi hakkında konuşacağım ancak esasında bu Amerika'nın doğal olarak öncü rolünü oynadığı tüm Batı dünyasının ideolojisi ve tabii ki bu ideolojinin savunucuları ve yararlanıcıları da söz konusu. Alt başlık olarak da Pippi Longstocking'den bir replik kullanıyorum:


"Dünyayı istediğimiz gibi boyarız - ta ki her şey bozulana ve artık tutmayana kadar."


Amerikan İmparatorluğu çağında yaşıyoruz. Belki de bu imparatorluk bir gün parçalanacaktır. Ancak öngörülebilir gelecekte askerî gücü nedeniyle değil, her şeyden önce ideolojik gücü nedeniyle varlığını koruyacaktır. Çünkü Amerikan imparatorluğu temel inanç sisteminin, çoğu insanın zihninde entelektüel bir tabu olarak içselleştirilmesi ile gerçekten dikkate değer bir şey başardı.


Bu insanlara siz dâhil değilsiniz ama çoğu insan dâhil.


Kabul etmek gerekir ki tüm devletler saldırgan şiddete dayanır ve ABD de bu konuda bir istisna değildir. ABD de kendi yasama despotizmine karşı çıkan herkesi yok etmekte tereddüt etmemektedir. Gerçi ABD şimdiye kadar emirlerine itaatkâr bir şekilde uyulmasını sağlamak için çok az fiilî şiddet kullanmıştır çünkü nüfusun ve özellikle de kanaat oluşturan entelektüellerin ezici çoğunluğu Amerikan imparatorluğunun temelini oluşturan değerler ve inançlar sistemini kabul etmiştir.


ABD'nin onayladığı resmî inanç sistemine göre, hepimiz aynı "sert gerçeklikle" karşı karşıya olan ve aynı gerçeklerle doğrulara bağlı olan eşit derecede zeki ve makul insanlarız. Elbette, Amerikan imparatorluğu çağında bile, ABD'de insanların tüm dünyaların en iyisinde yaşamadığı doğrudur. Çözülmesi gereken daha pek çok sorun vardır. Yine de Amerikan demokratik devlet sisteminin varlığıyla insanlık, mükemmel bir dünya yönünde bir sonraki adımı mümkün kılan mükemmel kurumsal çerçeveyi bulmuştur; ve eğer sadece Amerikan demokrasi sistemi dünya çapında hakim olursa, mükemmelliğe giden yol açık, pürüzsüz ve özgür olacaktır.


Örneğin Francis Fukuyama'da bulabileceğiniz tez kabaca budur.


Bu inanç sistemine göre, tek meşru hükümet biçimi demokrasidir. Diğer tüm hükümet biçimleri daha kötüdür ve herhangi bir hükümet hiç olmamasından daha iyidir. ABD gibi demokratik devletler halktan, halk tarafından ve halk içindir. Demokrasilerde kimse diğerine hükmetmez; bunun yerine, insanlar kendi üzerlerinde egemenlik kurarlar ve böylece özgürdürler. Bu nedenle demokratik devletlerdeki vergiler, devlet tarafından sağlanan hizmetler için yapılan katkılar ve ödemelerdir; buna göre, vergi kaçakçıları, ödeme yapmaksızın bundan faydalanan hırsızlardır. Dolayısıyla kaçan hırsızlara barınak sağlamak, kendilerinden kaçmaya çalıştıkları halka karşı bir saldırı eylemidir.


Yine de dünyanın her yerinde başka hükümet biçimleri vardır. Monarşiler, diktatörlükler, teokrasiler ve feodal toprak sahipleri, kabileler ve savaş ağaları bulunmaktadır. Bu nedenle, demokratik devletler çoğu zaman demokratik olmayan devletlerle uğraşmak zorunda kalırlar. Nihayetinde tüm devletler Amerikan idealine dönüştürülmelidir, çünkü yalnızca demokrasi daha iyiye doğru barışçıl ve sürekli bir değişime olanak tanır.


ABD ve onun Avrupalı müttefikleri gibi demokratik devletler doğaları gereği barışçıldırlar ve birbirlerine karşı savaş açmazlar. Herhangi bir savaşta yer almaları gerekiyorsa, bunlar saldırgan ve demokratik olmayan devletlere karşı önleyici savunma ve kurtuluş savaşlarıdır, yani haklı savaşlardır. Hâlihazırda Amerikan birlikleri veya Avrupalı müttefikleriyle savaş hâlinde olan veya onlar tarafından işgal edilen tüm ülkeler ve bölgeler – Afganistan, Pakistan, Irak, Libya, Suriye, Sudan, Somali ve Yemen – bu nedenle saldırganlıktan suçluydu ve demokratik Batı adına olan savaşlar ve işgaller bir nefsi müdafaa ve kurtuluş eylemiydi. Ancak, hâlâ yapılacak çok şey var. Özellikle Rusya ve Çin hâlâ büyük bir tehdit oluşturmaktadır ve dünyanın nihayetinde güvenli hâle gelmesi için özgürleştirilmeleri gerekmektedir.


Özel mülkiyet, piyasalar ve kârlar yararlı geleneklerdir, ancak demokratik bir devlet, uygun mevzuatla özel mülkiyetin ve kârların sosyal sorumluluk bilinciyle elde edilmesini ve kullanılmasını, piyasaların verimli bir şekilde işlemesini sağlamalıdır. Dahası, piyasalar ve kâr peşinde koşan girişimciler kamu malları üretemezler ve bu nedenle herhangi bir sosyal ihtiyacı karşılayamazlar. Ve gerçekten muhtaç olanlarla ilgilenemezler. Sadece devlet, sosyal ihtiyaçları karşılayabilir ve daha az şanslı olanlarla ilgilenebilir. Yalnızca devlet, kamu mallarının finansmanı ve yoksullara yardım yoluyla kamu refahını artırabilir, yoksulluğu ve muhtaçların sayısını tamamen ortadan kaldırmasa bile azaltabilir.


Özellikle devlet, açgözlülük ve kâr peşinde koşma şeklindeki şahsi ahlâksızlığı kontrol altına almalıdır. Açgözlülük ve kâr peşinde koşma, en son yaşanan büyük mali krizin önde gelen nedenleriydi. Pervasız finansörler, halk arasında irrasyonel bir bolluk yarattı ve sonunda gerçeğe toslamak zorunda kaldı. Piyasalar harap oldu ve sadece devlet, günü kurtarmaya hazırdı. Sadece devlet, bankacılık sektörünün ve finans piyasalarının uygun şekilde düzenlenmesi ve denetlenmesi yoluyla böyle bir şeyin tekrar yaşanmasını önleyebilirdi. Bankalar ve şirketler iflas etti, ancak devlet ve merkez bankaları ayakta kaldı ve işçilerin paralarını ve işlerini korudu.


Dünyanın önde gelen ve en çok kazanan ekonomistleri tarafından danışmanlık verilen devletler ve özellikle ABD, ekonomik krizlerin nedenlerini keşfetmiş ve ekonomik bir karmaşadan kurtulmak için halkın aynı anda hem daha fazla tüketmesi hem de daha fazla yatırım yapması gerektiğini anlamıştır. Yastık altındaki her sent, tüketim ve yatırımdan alıkonulan bir senttir ve bu da gelecekteki tüketim ve yatırım harcamalarını olumsuz etkiler. Durgunluk döneminde harcamalar her şeyden önce ve her surette artırılmalıdır; halk kendi parasından yeterince harcama yapmadığında ise bunu devlet yapmak zorundadır. İhtiyatlı bir şekilde, devletler bu seçeneğe sahiptir, çünkü merkez bankaları gerekli herhangi bir likiditeyi üretebilir. Milyarlarca Dolar ya da Euro yetmiyorsa, trilyonlar yetecektir; trilyonlar hedefi karşılamıyorsa, katrilyonlar karşılayacaktır. Sadece devasa devlet harcamaları, aksi takdirde kaçınılmaz olan ekonomik çöküşü önleyebilir. Özellikle işsizlik, düşük tüketimin sonucudur: tüketim malları satın almak için yeterli paraya sahip olmayan insanların sorunu, onlara daha yüksek ücretler veya daha yüksek işsizlik yardımları sağlanarak çözülmelidir.


Son mali kriz de nihayet atlatıldığında, demokratik devlet kendisini bir kez daha insanlığın geriye kalan gerçekten acil sorunlarına adayabilir ve adamalıdır: eşitsizliğe karşı mücadele, tüm haksız ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve küresel çevrenin ve özellikle de küresel iklimin kontrolü.


Esas itibariyle tüm insanlar eşittir. Farklılıklar sadece görünürde, sığ ve anlamsızdır: bazı insanlar beyaz, bazıları esmer, bazıları siyah, bazıları büyük, bazıları küçüktür; bazıları şişman, bazıları zayıftır; bazıları erkek, bazıları kadındır; bazıları İngilizce, bazıları ise ana dil olarak Lehçe veya Çince konuşur. Bunlar tesadüfî insan özellikleridir. Bazı insanların bunlara sahip olması ve bazılarının olmaması bir tesadüftür. Ancak bu gibi tesadüfî özelliklerin motivasyon, zaman tercihi veya entelektüel yetenekler gibi zihinsel özellikler üzerinde hiçbir etkisi yoktur ve bunlarla ilişkili değildir, ayrıca ekonomik ve sosyal başarının, özellikle de gelir ve servetin açıklanmasına katkıda bulunmazlar. Zihinsel ve ruhsal özelliklerin hiçbir fiziksel, biyolojik veya etik temeli yoktur ve sınırsızca şekillendirilebilir. Bu bağlamda, birkaç patolojik bireysel vaka dışında herkes diğerine eşittir ve her ulus tarih boyunca uygarlığa eşit değerde bir katkıda bulunmuştur ya da aynı şansa sahip olsaydı eşit değerde bir katkıda bulunmuş olurlardı. Görünüşte bariz farklılıklar, yalnızca farklı dış koşulların ve eğitimin sonucudur. Beyazlar, Asyalılar ve Siyahlar, kadınlar ve erkekler, Latinler, Anglo-Saksonlar ve Taylandlılar ile Hıristiyanlar, Hindular, Protestanlar ve Müslümanlar arasındaki tüm gelir ve başarı farklılıkları, eğer fırsat eşitliği tesis edilirse ortadan kalkacaktır. Bunun yerine, tüm bu farklı tesadüfî grupların farklı gelir, zenginlik veya meslekî statü seviyelerinde eşit olmayan bir şekilde temsil edildiği ve dağıldığı, bazılarının diğerlerinden daha zengin ve daha başarılı olduğu keşfedilirse, bu haksız ayrımcılığı gözler önüne serer; ve bu tür bir ayrımcılık, ayrımcılık yapanların haksız yere ayrımcılığa uğrayanları tazmin etmek zorunda olduğu devlet adına uygun, hedefe yönelik pozitif ayrımcılık yoluyla telafi edilmelidir.


Ayrıca yüksek maaşlı ve önde gelen sosyal bilimcilerin çalışmaları, her şeyden önce ayrımcıların kim olduğunu açıkça göstermiştir. Söz konusu kişiler, her şeyden önce beyaz heteroseksüel erkekler ve geleneksel, ataerkil yapıdaki aile kurumudur. Bu nedenle, diğer tüm grupları tazmin etmesi ve diğer tüm sosyal örgütlenme biçimlerinden özür dilemesi gereken, özellikle bu insan grubu ve kurumdur.


Ancak bu yeterli olmayacaktır. Tüm dezavantajlılara, eşitsizlik ve ayrımcılığın tüm mağdurlarına yapılan tazminatlar, aynı şekilde çokkültürlülüğün güçlü bir hükümet desteği almasını gerektirmektedir. Batı dünyasının son derece gelişmiş ve beyaz erkeklerin hakimiyetindeki ülkeleri, zenginliklerini dünyanın diğer tüm bölgelerinde yaşayanların sırtından elde etmiş ve feci derecede önyargılı bir tikelciliğe ve milliyetçiliğe kapılmışlardır. Bu durum, yabancı göçmenlerin tam insanî potansiyellerini ortaya çıkarabilmelerini ve aynı zamanda Batı'nın dar görüşlülüğünü otantik bir kültürel çeşitlilikle değiştirebilmelerini sağlamak amacıyla, farklı, yabancı ülkelerden ve kültürel çevrelerden gelen insanların göçünün teşvik edilmesi ve sistematik olarak özendirilmesi yoluyla aşılabilir.


Ve sistematik bir çokkültürlülük politikası yoluyla, bu felaket getiren tikelcilik ve milliyetçiliğe karşı kazanılan zaferle birlikte, hiç kuşkusuz en büyük küresel, sınır tanımayan ve dünyayı kapsayan sorun olan iklim değişikliğinin çözümüne yönelik önemli bir adım atılabilir. Birbirinden farklı tikel ve milliyetçi çıkarlar bugüne kadar yenilenemeyen enerji kaynaklarının üretim ve tüketiminin büyük ölçüde denetimsiz ve dünya çapında koordinasyonsuz kalmasına yol açmıştır. İşte bu nedenle, önde gelen ve en çok kazanan iklim araştırmacılarının da kuşkusuz kanıtladığı gibi, tüm dünya hayal bile edilemeyecek felaketlerin tehdidi altındadır: seller, güçlü ve ani yükselen deniz seviyeleri ve ölümcül ekolojik dengesizliklerin ve istikrarsızlıkların ortaya çıkması. Bu hayatî tehlike ancak tüm devletlerin dünya çapında kararlı bir şekilde harekete geçmesi ve nihayetinde ABD liderliğinde uluslarüstü bir dünya hükümetinin kurulması ve her türlü üretim ve tüketim faaliyetinin sistematik bir şekilde düzenlenmesi yoluyla önlenebilir. "Ortak yarar bireysel yarardan önce gelir" - iklim değişikliği sorunu her şeyden önce bunu göstermektedir ve bu ilkeyi kalıcı olarak uygulamak devletlerin ve özellikle de ABD'nin görevidir.


Şimdi, bunun büyük bir yığın bok püsür, tam bir saçmalık ve son derece tehlikeli bir zırva olduğunu düşündüğümü itiraf ederken size bir sır vermiş olmuyorum - ama aynı zamanda önde gelen ve en yüksek maaşı alan ekonomi ve sosyal bilimciler arasında yer almıyorum ve iklim araştırmalarından hiçbir şey anlamıyorum! Ancak örneğin küresel iklim ısınmasının küresel bir sorun olmadığını, dünyanın farklı yerlerindeki insanları tamamen farklı şekilde etkileyen bir sorun olduğunu, biri için lanet olanın diğeri için nimet olduğunu ve küresel bir çözümü düpedüz imkânsız kıldığını biliyorum.


Soru: Bu saçmalık için kime teşekkür etmeliyiz, kime yararı var ve nasıl oluyor da resmî medya tarafından her gün bununla âdeta besleniyoruz?


Burada cevabı sadece çok kısa bir şekilde ima etmek istiyorum. Bunun iki boyutu var. Biri devlet kurumuyla, özellikle de demokratik bir devletle, onun sakinleri ve temsilcileriyle ilgilidir. Diğeri ise entelektüellerle ilgilidir.


Devlet, yasama ve yasaları uygulama tekeline sahiptir. Kendisinin ya da temsilcilerinin dâhil olduğu çatışmalar da dâhil olmak üzere tüm çatışmalarda kimin haklı ya da kimin haksız olduğuna devlet ya da devlet tarafından atanan kişiler karar verir. Öngörülebilir sonuç ise şudur: devlet, yaptığı her şeyde her zaman haklıdır. Devlet adına soygun yapıldığında, talan edildiğinde, öldürüldüğünde, yalan söylendiğinde ve tehdit edildiğinde - ya da tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, diğer insanlara güç uygulandığında ve diğer kişilere karşı şiddet kullanıldığında - her şey devlet ve onun temsilcileri tarafından adil olarak boyanabilir ve başka, aldatıcı ve çekici bir isimle tanımlanabilir. Bu da devlet kurumunu, soymak, yağmalamak, öldürmek, yalan söylemek, başkalarını dolandırmak, yani başkalarına karşı şiddet kullanmak isteyen herkes için doğal olarak cazip hâle getirir. Her şeyden önce, bu tür insanlar bu nedenle devlet kurumuna sızmaya ve onu ele geçirmeye çalışırlar. Ve eğer demokratik koşullarda olduğu gibi, devlete giriş ve devletin işgali herkes için serbest ve açıksa, yani güce susamış sahtekârlar arasında düpedüz bir oy yarışına dönüşüyorsa, o zaman devletin tepesine çıkacak kişilerin, kendi yağmacı, hain ve katil niyetlerini retorik olarak örtbas etme ve bunları oy veren kitlelere iyi işler olarak satma konusunda en büyük yeteneğe sahip kişiler olmasını beklemek gerekir. Kısacası: En iyi demagoglar, en iyi fareli köyün kavalcıları ve rüşvetçiler en tepeye çıkar.


Demokratik yollarla seçilmiş ve her geçen gün kendi megalomanyak iradelerini yasa ya da kararnamelerle milyonlarca insana dayatan bu siyasetçilere ve parlamento üyelerine bakınca insan sadece hayret edebilir. Çünkü bu insanlar kural olarak bir tür heybetli, etkileyici alfa erkek ya da dişi değil, vasatlığın timsali ya da hayatları boyunca hiç kimsenin kendi parasıyla gönüllü olarak satın alacağı bir ürün üretmemiş ya da bir hizmet sunmamış ezikler, aptallar ve başarısızlar topluluğudur.


Ve "bizim" en yüksek temsilcilerimiz olduklarını görkemli bir şekilde iddia eden bu trajik figürlerle karşı karşıya kaldığımızda, ki Avusturya'nın özellikle trajik olduğunu söylemeliyim, bu tür hafif kalibreli insanların bize her gün söyledikleri tüm saçmalıkları kendi başlarına kavrayabilecek durumda olup olmadıkları ve dahası, her yerde bize yedirdikleri bu saçmalıklar için çeşitli gerekçeler ve rasyonalizasyonlar bulmak uğrunda gerekenlere sahip olup olmadıkları sorusu ortaya çıkıyor.


Burada kesinlikle dikkate değer bir şüphe var! Bu da beni doğrudan, dünyaya ve tabiata ilişkin yukarıda tanımlanan ''politik doğrucu" görüşün yaratıcıları ve yararlanıcıları sorusuna verdiğim cevabın ikinci kısmına götürüyor: entelektüeller ya da daha kesin bir ifadeyle, kendilerini sosyal, ekonomik ve felsefî soru ve sorunlarla ve bunların devlet ve liderleriyle olan bağlantılarıyla meşgul eden entelektüeller.


Politikacılar örneğinde olduğu gibi, entelektüeller örneğinde de entelektüel çalışmaları, yazıları ve konuşmalarıyla rahat bir geçim ve gelir sağlayabilecek bir kişi neredeyse yoktur. Bu tür akademik ürünlere yönelik piyasa talebi düşüktür ve ayrıca büyük sapmalara tâbidir. Çok az sayıda entelektüel yazılarını ve konuşmalarını meslek hâline getirmeyi başarabilir. Gerçek ya da sözde entelektüellerin büyük çoğunluğuna, bilimsel ilgilerini sadece içsel bir meslek olarak yürütmeleri ve geçimlerini başka bir yerde, normal bir memuriyet icra ederek kazanmaları tavsiye edilir. Ancak bu doğal olarak bir entelektüelin ve kendini böyle gören herkesin kendine saygı duygusuyla çelişir. Entelektüeller, yaptıkları işin önemine ve değerine başka hiçbir grupta olmadığı kadar inanırlar ve buna bağlı olarak, gerekli olduğu iddia edilen yüksek sosyal takdir gerçekleşmediğinde içerlerler.


Bunun yerine onlar için geriye ne kalıyor? Genellikle siyaset için uygun değillerdir, çünkü tipik olarak çok dürüst ve bilgili, çok utangaç, beceriksiz, içe dönük ve özellikle antisosyaldirler. Ve bu nedenle, çoğunlukla bir politikacıyı politikacı yapan şey olan güç arzusundan yoksundurlar.


Ancak entelektüeller, politikacı olmak için yaratılmamış olsalar bile, rahat bir yaşam için gerekli parayı elde etmek uğruna her hâlükârda politikacılara ihtiyaç duyacaklarını bilecek kadar doğal olarak zekidirler. Ve tabii ki yağmadan mümkün olan en büyük payı almak için karşılığında hizmet olarak ne sunmaları gerektiğini de biliyorlar: yani devletin yetkilerini sürekli genişletmek için kulağa hoş gelen gerekçeler ve asil, iyi niyetli hedefleri olan "cesur" vizyonlar ve programlar, örneğin hiçbir zaman ulaşılamayacak, hiç kimsenin başaramayacağı, ancak tam da bu nedenle asla vazgeçmek zorunda olmadığı, ancak tekrar tekrar canlandırabileceği ve durmadan yenileyebileceği "tüm insanların eşitliği".


Ve böylece kutsal olmayan bir ittifak ortaya çıkıyor: kilise ve kraliyet arasındaki ilk monarşik dönemlerin ittifakı gibi, bugün Amerikan çağında demokratik politikacılar ve entelektüeller arasındaki ittifak. Sonuç? Giderek azalan sayıdaki üretken insanların zararı pahasına sırtlarından geçinerek lüks içinde şımarıkça yaşayan siyasetçiler ve onun da ötesinde sözde entelektüeller daha önce hiç bu kadar sayıca fazla olmamışlardı. Ve daha önce hiçbir zaman, entelektüeller arasında kalabilmek için, entelektüel gücün ve etkinin kamu tarafından finanse edilen ve desteklenen kaleleri ve geleceğin politikacılarının ve entelektüellerinin üreme alanı olan sayısız ve büyük üniversiteler, günümüzde olduğu gibi bu kadar korkunç entelektüel saçmalıklar üretmemiş ve halkın yanıltılmasına katkıda bulunmamıştı.


Bu gerçek ışığında ne yapılabilir? Korkarım ki tüm bu aldatmacayı tekrar tekrar ve açıkça dile getirmek dışında pek bir şey yapılamaz. Bu ise öncelikle politikacıları gerçekte oldukları gibi tanımayı ve tanımlamayı gerektiriyor: yani yalancılar, dolandırıcılar, soyguncular, katiller ve cinayet ortakları çetesi olduklarını vurgulamak; ve onlara yaraşır şekilde aşağılamak, küçümsemek ve alay ile muamele etmek gerekmektedir. Ama aynı zamanda, politikacıların onsuz asla şeytanî işlerini yapamayacakları entelektüel beyinleri ve yardımcıları da hedef alınmalı, normalliğe ve sağlam insan anlayışına, sağduyuya dönüşün ilk adımı olarak, üniversitelerin mali kaynaklarının kesilmesi için harekete geçilmelidir. Sadece Siyahlar, Latinler, kadınlar, toplumsal cinsiyet ve Queer çalışmaları için tüm merkezler ve o zamanlar duyulmamış olan bu egzotizmle ilgili diğer her şey kapatılmamalı, aynı zamanda siyaset bilimi ve tarihten başlayarak sosyoloji, ekonomi ve sosyal-ekonomik istatistik bölümleri dâhil (istatistikleri de yeni "eşitsizlikleri" ortaya çıkarma ve yeniden dağıtım ya da yeniden eğitim çağrısı yapma amaçlarına hizmet eden) tüm sosyal bilimler bölümleri de kapatılmalıdır. Ve aynı şekilde akademik edebiyat çalışmaları ve eleştirmenliği mesleği ve söylemek benim için ne kadar acı verici de olsa akademik filozofluk mesleği de zayıflatılmalıdır. Ve iklimi nasıl kontrol edeceğini bildiğine inanan insanlara da hastalık raporu verilip bir psikiyatri kliniğinde tedaviye gönderilmelidirler.


Bu, siyaset bilimcilerin, sosyologların, ekonomistlerin, istatistikçilerin, edebiyat eleştirmenlerinin, filozofların ya da iklim bilimcilerin çalışmalarına ilkesel olarak karşı olunması gerektiği ya da bunların varlığının sona ermesini istemek gerektiği anlamına gelmemektedir. Şüphesiz, tüm disiplinlerdeki soru ve sorunlarla gerçekten meşgul olan insanlar olacaktır. Üstelik bu iyi ve gereklidir -kendi varlığımı savunmak için de bir şeyler söylemek zorundayım- ancak bu tür bilim insanlarının sayısı elbette çok daha az olacaktır. Bununla birlikte, nicelik, nitelik ile aynı şey değildir ve vergilerle finanse edilen her türden sosyal bilimcinin sayısındaki azalma hiçbir şekilde entelektüel bir çöküşle eşdeğer değildir. Hatta tam tersi söz konusudur. Hâlihazırda üniversiteler tarafından üretilen entelektüel kirlilikten kurtulmuş olarak, sağlam bir duruşa ve gerçekliğe dair özgün bir kavrayışa sahip yeni ve daha iyi bir entelektüeller sınıfının yükselme olasılığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır.


Yine de tüm bunlar, eğer ulaşılması mümkünse bile, uzak bir gelecekte yatmaktadır. Ama Tanrı'ya şükürler olsun ki artık bunu beklemeye gerek yok. Çünkü mevcut tımarhanenin kuytu köşelerinde, günümüzün üniversiteleri ve okullarından ve süregelen maskaralıktan tamamen ayrı olarak, her hâlükârda Viyana'da, Viyana çevresinde ve Viyana'nın etrafındaki Almanca konuşulan bölgelerde hâlâ - hatta daha da iyisi: bir kez daha - herhangi bir meslekî kimlik veya resmî sertifika kazanılamasa da insanın gerçek bir eğitim alabileceği ve eleştirel düşünce ve argümantasyonu öğrenip uygulayabileceği bir yer var. İşte bu yer Rahim'in kurduğu Scholarium'dur.


İlginiz için teşekkür ederim.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmenler: Fırat Kaan Aşkın Bu video ve yazı LewRockwell.com sitesinin "On the American Ideology and its Proponents and Beneficiaries" başlıklı transkriptinden tercüme edilmiştir. Orijinal [Die Amerikanische Ideologie (Wien, 2016)]: https://www.youtube.com/watch?v=U6FKQcFAgl8 İngilizce altyazı gömülmüş versiyon: https://www.youtube.com/watch?v=eGx7BkFNJCY
293 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page