03/04/2014 - Serkan Kiremit
“Nasıl ki savaş tekelin doğal sonucuysa barış da özgürlüğün doğal sonucudur. Bir özgürlük düzeninde, güvenlik endüstrisinin doğal organizasyonu diğer endüstrilerinkinden farklı olmayacaktır.”
İlk klasik liberaller, yönetimi mülkün güvenliğini, barışı ve adaleti tesis eden bir araç olarak görmüşlerdir. John Locke ve ilk klasik liberaller doğa durumunda insanların Tanrı önünde eşit olması gibi sosyal yaşamda da eşit olduklarını ifade etmişlerdir. Onlar, her bir bireyin “doğa durumunda” haklarını, özgürlüklerini, mallarını ve sevdiklerini koruyacak kadar güçlü, cesaretli ve merhametli olmadığını öne sürerek, bireylerin “Yönetim İlkesi” çerçevesinde sivil toplumu oluşturarak “devleti” meydana getirdiğine kanaat getirmişlerdir.
Locke, insanları olduğu gibi görmüş ve sadece birkaç insanın haksever ve adaleti sağlayıcı bir yetiye sahip olduğunu söylemiştir. Bireyler, doğa durumda saldırılara, zorbalara ve güçlülere karşı kendilerini, mülklerini, haklarını, mutluluklarını ve sevdiklerini korumakta güçlük çekecektir. Sonuçta insanlar, bu hak ve özgürlüklerini korumak için “yasalara” tâbi olmak kaydıyla, saldırganları, zorbaları ve güçlüleri cezalandıracak bir dayanak noktasına sahip olacaklardır. Böylece klasik liberaller, “Yönetim İlkesi = yasa yapma ve uygulama” çerçevesinde devletin/hükümetin gönüllü anlaşmalar ve sosyal sözleşmeler ürünü olduğunu söylemişlerdir. Yani klasik liberaller, hükümetin sadece belli başlı yasalar çerçevesinde sınırlı-sorumlu ve az yöneten bir son karar verici (hakim ya da hakem) olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Peki klasik liberaller, neden insanları olduğu gibi değerlendirirken, yasaları ulvi bir şey olarak düşünmüşlerdir ve neden yasaları da olduğu gibi ele almamışlardır? Sonuçta eğer haksever ve âdil insan sayısız az ise bu yasaları yapan ve koruyan insanlar da az olmalıdır. Gerçek şu ki bu yasaları uzun dönemde diğer zorba ve saldırgan yasalara karşı korumaları mümkün değildir. Eğer bu “iyi, âdil ve hakkaniyetli yasaları” korumak mümkün diyorsanız, John Locke’un doğa durumunda barışçıl ve âdil insanlar arasındaki “anarşi dünyasına” da mümkün diyorsunuz demektir. O vakit konu kapanmıştır. Ama durum böyle değildir. Evet! İlk klasik liberallerin hesap edemediği nokta tam da budur. Neden liberalizmin büyük düşünürlerinin dediğinin aksine devlet her geçen gün büyümektedir? Ve pozitif hukuk, doğal hukuk karşısında güçlenmektedir. İşte bütün mesele budur, başka bir şey değil...
İlk klasik liberaller “doğa durumunda” yaşanan saldırganlık ve zorbalık durumuna karşın “sivil toplumda” cebir ve tecavüzlerin sonlanacağını ümit ederek “Özgür Halkı” “Yönetim İlkesi” bayrağı altında toplamışlardır. Fakat görülmüştür ki “yönetim ilkesinin yasaları”, liberallerin doğa durumundan çıkış teorilerinde dedikleri gibi yasalar, az sayıdaki haksever ve âdil insanların ellerinden çıksa bile bu yasalara aldırış etmeyenlerin dalga dalga gelen hücumları ile beraber “günbegün” sınır tanımaz zorbalık ve saldırganlıklarıyla karşılaşmak zorundadırlar. Eğer öyle olmasaydı bugün bireylerin sorumluluklarını ve tasarruflarını, devlet, kendi eliyle gasp etmez ve dağıtmaya kalkmazdı. Herbert Spencer’ın zekice ifadesiyle bu yaşadığımız sosyopolitik zamanı çok iyi adlandırmıştır:
Hükümet, saldırganlığın saldırganlık doğurmasıdır.
Yönetim ilkesi keşfi, ilerleyen yıllarda liberalizmin amaçlarından sapmasına olanak sağlamış ve tekrar insanın insan üzerindeki hâkimiyetini perçinleyecek kurumlar üretmiştir.
Bu andan itibaren liberaller -her zamanki gibi- yeni arayışlar, keşfedilmemiş araçlar ve girişimci serüvenler peşinde koşmuşlardır. Thomas Paine, Arşimet’in kaldıraç kuvveti gibi bir nirengi noktasından hareketle, “Akla ve özgürlüğe uygulanabilir bir dayanak noktası bulabilirsek, dünyayı yerinden oynatabiliriz.” diyordu. “En iyi durumda toplum, hükümete atfedilen hemen her şeyi bizatihi gerçekleştirebilir.” Ama nasıl? Şöyle ki liberal iktisatçılar nasıl Adam Smith’in emek değer teorisinin yerine marjinal değer teorisini -keşfedip- geçirdiyse uzun yıllar sonunda aynı klasik liberaller de siyaset ve onun türevlerinin yerine yeni bilim olan iktisat teorisini ve onun türevlerini geçirmiştir. Bu, liberalizmin kendisini yenileyebilen, değişime karşı adaptasyon sahibi ve hareketli bir ideoloji olduğuyla çok alâkalıdır. Liberalizm deneme-yanılma metodunu kullanarak araçlarını sürekli bir hızla değiştirebilir. Bu da onun amaçlara giden yolda kendiliğinden doğan düzenci değil, sürekli devrimci olduğunu bizlere gösterir.
Klasik liberaller yeni bilim olan iktisada hâkim değilken, mülkiyet hakları konusunda sabit-değişmez ve muhafazakâr bir anlayışa sahiplerdi. Örneğin Henry Ford, motorlu taşıt olan otomobili inşa etmiş ve onu tescilli bir marka hâline getirmişti ama bu keşfi, elinde bir toprak parçası gibi asla tutamamıştı. Çünkü serbest piyasa sistemindeki rekabet ve gelişimler, bireyin egemenliğini keyfî bir irade olmaktan çıkarıp uzun dönemde bu hâkimiyeti diğer kişilere bırakır. Örneğin Osmanlı Sülalesi toprak ve insan egemenliğini 600 küsür sene zorla ve zorbalıkla elinde tutarken bugün piyasada hiçbir mülkiyet böyle uzun bir süreliğine bir zenginin varislerine kalmamıştır. Siyasî tarih ile iktisadî tarih arasındaki fark budur. Özgürlüğün tarihinde araştırmaya değer şeylerden bir tanesi de budur. Çünkü bir mülkün bireyin elinde ve tasarrufunda olması mümkündür. Ama ne zaman bir mülk pazara çıkarılırsa bu egemenlik artık aşınmaya başlamış demektir. Bunun nedeni “mübadele bilimi” olan iktisat ile ilgilidir. Çünkü bir malın fiyatını pazarda üreticiler (mülkiyet sahipleri) değil, tüketiciler (mülkiyeti talep edenler) belirler. Bu marjinal fayda teorisinin keşfi ile anlaşılmış ve liberalizmin iç dinamiklerini çalıştırarak “bilimsel ve etik sıçramasını” 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleştirmiştir.
İlk klasik liberaller bilhassa fizyokratlar ve John Locke (kendisi merkantilizmi savunmuştur), iktisadın bütününe hâkim değilken güvenliği, barışı ve kamu hizmetlerini devletin yani “iyiliğin ve adaletin sahibi yönetimin” tekelci fiyatıyla bütün herkese kargaşa çıkarmadan sağlayacaklarını iddia etmişlerdir. Yani ortodoks liberalizm, çölde tek bir kuyunun sahibinin vicdansız olduğu varsayımına dayanırken kendi ilkesini, yani özel mülkiyetin tasarrufunun yalnızca bireyde olduğunu unutmuştur. Oysa iktisadı teorisine katmış olan siyasî liberalizm ise çölde kuyu sahibinin pazara malını çıkardığı an “yüksek fiyattan” olsa bile zorlamaya ve korkutmaya gerek kalmadan diğer insanlarla mülkünü paylaştığı görülür. Ya da kuyu sahibi bir bidon suyu, müşterilerinin bir parça deve etine ve güzel dokunmuş elbiselerine takas edebilir. Eğer ortodoks liberallere kalsaydık, çöldeki kuyu “kamu mülkü” olur, ortak malların trajedisi ile kirli ve pis suyun anında bitişini izlerdik. Ne de olsa suyu ilk kullanan arkasındakilere bırakmayı düşünmez bile çünkü ona bir daha sıra gelmeyebilir. Ama bireysel mülkü elinde tutan kişi diğer kişilerin mallarından ve hizmetlerinden yararlanmak için kuyunun bakımını en üst seviyede tutmak isteyecektir. Mal ve mülk ilgi ile güzelleşir ve geleceğe kalır. Bu, iktisadın, kısa dönemdeki görünür ve uzun dönemdeki görünmez yüzünde işleyen kanunlarıdır. Bu, insan hayatında soğuk ama iyimser bir gelecek yaratır; zorbalığın ve şiddetin yerine gönüllülük ve barışçıl bir işlemin gerçekleşmesidir. Bu, liberalizmin “ideolojiler sahnesinde” hayalinin doğruluğunun ispatı ve yıldızının tekrar parladığı andır.
Kendiliğinden doğan düzene dayalı liberalizm, liberal demokrasi ile özgürlüğü, mülkiyeti ve bireysel hakları sivil toplumda partiler aracılığıyla “mücadele bilimi” olarak değerlendirirken, sürekli devrimci liberalizm bireylerin eylemlerini ve tasarruflarını diğer kişiler ile ilişkilerinde “mübadele bilimini” esas alarak barışçıl, akılcı, tarihsel ve ahlâkî olarak görür.
Siyasî liberalizm, bireyler arasındaki farklı hayatları, proje izleyicileri ve tercihleri “ortak yaşamda” her zaman sorunlu görmüştür. Çünkü bu ilişki biçiminde bireyler birbirlerini engelledikleri ve regüle ettiklerinden Hume-Hayek geleneği “yönetim ilkesi” çerçevesinde kuralları geleneğin belirlediği bir araç olarak; siyaseti de “ortak yaşama” (topluma) bu kuralların geçerliliğini sinyallerle (işaret parmağını sallayarak) iletebildiği faydalı bir araç olarak görürler. Liberal siyaset bu açıdan “Sınırlı Devlet” aracılığıyla neyin yapılmasını değil, neyin yapılmamasını gruplara ve bireylere iletir. Açıkçası liberal siyaset, “özgür ve açık toplumun” kurumları çerçevesinde, yani özel mülkiyet, bireysel hak ve özgürlükler, katı anayasacılık çerçevesinde korunması gerektiğinin altını çizer. Bunun için “siyasî toplumu” ya liberal demokrat partilerin kazandığı ya da liberal demokrat bir zihniyete sahip grupların yönettiği bir mücadele biçimi olarak tanımlamak zorunda kalmışlardır. Oysa Hume-Hayek geleneği, özgürlüğün “siyasî liberalizmde = kendiliğinden doğan düzende” her zaman özgürlüksüz bir topluma yol açabileceği gerçeğine doğru kapılarını açık bırakmak zorunda kalmıştır. Çünkü “mücadele bilimi” olan siyasetin her zaman kendini gerçekleştirmesi için diğer partilere, Soğuk Savaş zamanındaki gibi düşmanlara ve buyurucu düzen (Taxis) gibi ötekilere ihtiyacı vardır. Bu da zamanla karşı tarafın ve fikirlerin, halkı dolduruşa getirebilmesini, spekülasyon yapabilmesini ve ideologlarıyla kandırabilmesini sağlayabilir. Bunun için liberal demokrasiyle yönetilen bir ülkede Hume-Hayek geleneği şu soru ile karşı karşıyadır: Ya halk yanlış karar verirse ne yapacağız? Ya halk Hume-Hayek geleneği zıt bir siyasî yola girmek isterse ne olacaktır? Ya da halk tek bir hayat görüşüne dayalı katı ve hoşgörüsüz bir sürece tâbi olmak isterse ne olacaktır? Cevap gene kendiliğinden doğan düzende aranacaktır ama entelektüeller artık ölü gibi suskundurlar. Çünkü halk kendiliğinden doğan düzende yanılmazdır. Diğer seçenek halka rağmen halk içindir. Hume-Hayek geleneği ne kadar katı bir anayasa ile devleti sınırlamaya kalkarsa kalksın, halk yani çoğunluğunun inancı, bir kağıt parçasını paramparça eder. 1970’lerde Şili'de Salvador Allende yanlısı parti en kısa zamanda “özel mülkiyeti” ortadan kaldıracağını vaat ederek yüksek oy almış ve demokrasiyle iktidara gelmiştir. Hayek ve Milton Friedman Şili’deki askerî vesayeti desteklemek zorunda kalarak bütün geleneklerini ve entelektüel çalışmalarını bir çırpıda terk etmek zorunda kalmışlardır. Ne acı bir son!
İkinci tür liberalizm yani sürekli devrimci liberalizm (radikal liberalizm) mantıklı bir soru ile ideolojik yapısını başlatır: Hayatınızda açık havada oksijen için kavga eden bir grup insan gördünüz mü? Hayır. Sürekli Devrimcilik İlkesi bu dayanak noktasından toplumsal barışı, insan ilişkilerini ve adaleti tekrar sorguya alır. Oysa siyasî liberalizm, “mücadele bilimine = siyasete” dayanarak doğada mevcut olmayan mevki ve amaçlar için kavga eden, birbirlerinin canına kast eden ve birbirlerini engelleyen insanlar ve gruplar hayal etmiştir. Düşmanlar, partiler, devletler, askerler, silahlar ve hoşgörüsüz iktidar sahipleri... Buna karşın radikal liberalizm, bolluk toplumunda insanların ilkel kavgalarını önleyebileceğini öngörmüştür. Bunu sağlamanın en iyi yolu doğada mevcut olmayan şeylerden vazgeçmek ama doğa üzerinde mutlak hâkim olmaktır.
Radikal liberalizm, “korku ve yoksunluk durumunun azaltılmasının” doğanın kendi hâline bırakılmasıyla veya kanunlarla ortadan kaldırılmasıyla mümkün olamayacağını anlamıştır. Bir orman olduğu gibi bırakılırsa, avcı-toplayıcı bir grup insan, karnını doyurur, giyinir ve bir sığınakta güvenle barınabilir. Lakin nüfus artışı, yani cinselliğin özgürce yaşanması sonucu bu orman bir süre sonra herkese yetmemeye başlayacaktır. Toplumda seçilmiş bazıları hariç, kimse doyamayacak, giyinemeyecek ve barınamayacaktır. Dikkat ediniz! İnsana değil, ormana, yani doğa üzerine mutlak güç uygulamaktır hümanizm. Bu böyledir. İlkel ihtiyaçlar ortadan kalktığında, bütün insanlar “yüksek işlerle” ilgilenebilir. Bu “yüksek işler” insanların tercihlerine kalmıştır ama klasik liberalizmin eğitim fikri aslında bu yolu kısaltmanın güçlü bir politikasıdır. “Emekten tasarruf” ne kadar artarsa, kitlelerin ilgi alanı çeşitlenir. “Özgürlük ve bağımsızlık yasası” giderek çarpan etkisiyle toplumda ve toplumsal işbirliğinde büyük bir patlama yaratır.
Toplumun hoşgörüsüz, kavgacı, güvensiz ve çatışmacı doğası ancak ve ancak bolluk toplumunda bir nebze ortadan kaldırılabilir. Bunun yolu yıllarca, birinci yol olan savaşla, şiddetle, kanunla, gökyüzünden aldığı emirle ve zorla, mesela “Ya o kıt kaynak benim ya da bizim olsun!” şeklindeydi ama ikinci yol olan mübadele ilişkisi “O kıt kaynak nedir? Nasıl oluşmuştur? İnsan bilgisi bu kıt kaynağı fazlaştırabilir mi? Başka yerlerden takas yoluyla elde edebilir miyiz?” şeklindeki sorular aracılığıyla tüm bireyler yararına analitik ve etikti. Birinci yol emperyal, savaşçı ve zorba düşünceyi iktidara taşımış; ikinci yol ise barışçı, karşılıklı ilişkiler içinde hoşgörülü ve enternasyonal bir tutumla birlikteliği gönüllülüğe ve merkezsizleştirmeye götürmüştür. Montesquieu altı yüzyıl önce mübadele bilimi, yani ticaret için şöyle diyordu:
Ticaretin doğal sonucu barışa yol açmaktadır. Birbirleriyle alışveriş yapan iki ulus birbirlerine bağlı duruma gelirler; eğer birinin çıkarı satın almakta yatıyorsa, diğerininki de satmakta yatar ve tüm birliktelikler ortak ihtiyaçlardan kaynaklanır.
Ünlü radikal liberal iktisatçı Frédéric Bastiat, çağdaşı Karl Marx’ın “Bolluk Toplumu” hayalinden 10 yıl önce “Bolluk ve Kıtlık” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:
Yiyecek ve barınak, dam ve ocak, eğitim ve maneviyat, güvenlik ve barış, zindelik ve sağlık, hepsi kendisinin olsun isteyebilir, hiçbir çaba sarf etmeksizin, uğraşmadan, sınırsızca, yolların tozu, nehrin suyu gibi, etrafımızı saran hava, bizi okşayan güneş ışığı gibi; bu arzuların gerçekleşmesi toplumun çıkarlarıyla kesinlikle çatışma hâlinde değildir. Belki de insanlar diyeceklerdir ki eğer isteklerin bu şekilde karşılanması garanti edilirse, üreticinin emeğe ihtiyacı giderek azalacak ve sonunda hiçbir şey için istenmez olacaktır... İnsan âdeta Tanrı gibi, her şeyi şöyle bir içinden geçirmekle var edebilecektir. Bu varsayımdan sonra, (burjuva) sanayi üretiminin son bulacak olmasına üzülmek için ne tür bir neden olabileceğini, bana izah edebilecek biri var mı?
Bastiat bu duruma gelene kadar geçirmemiz gereken süreçte, bütün engelleri ortadan kaldırmakla işe başlamamız gerektiğinden bahsediyordu. Bastiat için bolluk toplumuna gidilecek yol serbest ticaret ve özgür birlikteliklerdir. İşin ilginç tarafı Marx’ın, bolluk toplumunu bir final olarak görmesiydi. Bu aşama sondu ve artık insanlık rahat nefes alabilirdi. Oysaki radikal liberaller bunun devamlı ve sürdürülebilir olmasının yollarını arıyordu. Bunun için radikal liberaller bolluk toplumuna ulaşmak için bitmeyen bir çaba ve emek harcarlar. Onlar için, durmak yoktur. Final yoktur. Çünkü tek bir duraksama, doğanın tekrar eski günlerine geri dönmesini sağlar. Bu da “açlıktan ölme” özgürlüğüdür; doğayı kendi hâline bıraktığınız andır! İşiniz bitmiştir. İşimiz bitmiştir. Çünkü sürekli arkadan gelen nüfus, diğerlerine sürekli basınç uygulayacaktır. Bu kaçınılmazdır. Radikal liberalizm tavşanın peşinde koşan tazı gibidir; tavşan devamlı değişerek dengede duran bir bolluktur. Tazı ise bolluğa koşan, arkasından gelen nüfusu doyurandır. Arkada kalan ise hataların tekrarlanmamasıdır. Bu öğretici bir sürekliliktir. Daha iyi yaptığımız yolların bulunması ve işlem maliyetlerin azaltılmasıdır. Sürekli devrimci liberalizm, bolluk toplumuna koşarken dinamik ve etkin bir süreç-faaliyet üretir.
Bir sabun üreticisinin istediği, dünyadaki bütün sabunlarının erimiş ve kendi sabunlarının sağlam kalmış olmasıdır. Bastiat buna “Kıtlık Teorisi” der. Ama herkes aslında tüketicidir ve radikal liberalizm “bolluk teorisi” bağlamında “herkes” ile alâkalıdır. Yani her insan mutlak olarak tüketicidir ve bu durum geneldir; üretilen mal ve hizmetlerin sınırsız, talebinin de düşük olmasını ister. Radikal liberalizm bir sınıfın savunucusu ya da onun ideologu değildir. Asla da olmamıştır. Sonuçta Marx’ın, bolluk toplumunun önemini amaçların birincisi ilân ederken aslında radikal liberalizm ile aynı amaca sahip olması asla tesadüf değildir. Çünkü birey “bolluk toplumunda” emekten ne kadar tasarruf ederse kendisine harcayacağı vakit o oranda artar. Birey, boş kaldığı o vakti kendi arzu ve refahını iyileştirecek şeylere tahsis ederek kendi sıkıntılarına çare olacaktır. Bu durum, yani “emekten tasarruf hâli” ilerlemeden başka bir şey değildir.
Radikal liberalizm, sürekli devrim ilkesini iki amaca odaklayarak araçlarını temizler:
1. İnsanın insan üzerindeki hâkimiyetini ortadan kaldırmak.
2. Doğa üzerinde mutlak güç edinmek.
Birincisi radikal liberalizmin günlük siyasetten, çatışmadan, partileşmeden, bürokrasiden, yapay kanunî tedbirlerden, doğada mevcut olmayan mevki ve kurumlardan uzaklaşmasına olanak verirken, ikinci amacı iktisada, teknolojiye, etiğe, akla ve bilgiye sıkı sıkıya bağlanmasına olanak verir.
Radikal liberalizm, doğada mevcut hâliyle çekirdekli karpuzu kabul etmez, o, zahmeti azaltıcı çekirdeksiz karpuz yapmanın peşindedir. Bu mümkündür. Gene çekirdekli karpuz olacak ve tercih edilecektir. Ama radikal liberalizm, sürekli daha iyisini bulmanın peşinden ayrılmayacaktır, mal ve tercihleri çoğaltmakta ve bolluk toplumunda çatışmaları önleyeceğinde ısrarı nettir. Kutsal kitapların da nihayeti “Bolluk Toplumu = Cennet”tir. Bir farkla, radikal liberalizm bunun bu dünyada olacağını söylemektedir. Bunun barışçıl tek yolu birbirinden farklı insanların, farklı bilgilerinden yararlanmalarının yegâne metodu olan mübadele ilişkisi fikrinden vazgeçmemektir. İktisadî ilişkinin olması için mülkiyet ve kişinin kendi sahibi olması lazımdır. Siyasî ilişkinin şartları ise unutulmamalıdır ki efendi-köle, yöneten-yönetilen, uygulatan-uyan, vesaireden ibarettir.
Tüketici ve üretici pazardadır, ikisi de herhangi bir mülkün sahibidir. Yani kendisinin sahibidir. Birinin elinde para veya taahhüt, diğerinde mal veya hizmet vardır. Mülkü olmayan diye birisi yoktur. Çünkü herkes kendisinin sahibidir ve hiç kimse birbirinden üstün değildir. Hiçbir ahlâk veya proje de birbirinden üstün değildir, ama en iyiyi ancak zaman gösterir. Zamanı durdurmaya kalkmak, zorbalık ve zor kullanmak mutlak anlamda kötücüldür. Kötü olan yegâne şey budur. Elbette sıradan insanların tercihleri, “bilgi ve görgü“ seviyeleri aşağı sanata, ahlâka veya mal ve tercihlere eğilimlidir. Sıradan bireyin zaman-tercih algısını ancak emekten tasarruf (yani bolluk teorisi) barışa, hoşgörüye ve toplumsal işbirliğine yönlendirebilir. Kişinin görgü ve bilgi artışı “şiddet ve zor yollarının” kullanımının önündeki en barışçıl engeldir. Edmund Burke eski radikal liberal günlerinde İncil’den örnekler verirken Peygamber Süleyman’ın ağzından şöyle diyordu:
Bilgili adamın hikmeti boş zamanların yarattığı fırsatlardan gelir ve az işi olan bilgilidir. Saban tutan, öküz güden ve tosundan başka bir laf bilmeyen kişi nasıl hikmet edinebilir?
Klasik liberalizm tarihsel anlamda, gönüllü, barışçı ve hoşgörü ilkelerini kullanan bir sosyal işbirliği ağıdır. Klasik liberalizm her zaman tipik olarak şiddet ve savaşçı sistemleri reddetmiştir. Her nerede olursa olsun, klasik liberalizm bireyler arasındaki zarif ilişkilere dayanan metotları kullanmaya isteklidir. “Mübadele ilkesi” bunun modern tezahürüdür. Açıkçası yukarıdaki anlattığımız ilk liberalizmin “Yönetim İlkesi“ bizleri “sınırlı devlete“ götürmüştür. Ancak tehdidi yapanlar genellikle güç yoluyla ya da kanunun gücüyle -ki bu da bir imtiyazdır- iktidara (hükümete) taşındığından yaptıkları yanlarına kâr kalır. Bu, liberal demokrasiyle bile olsa, bu toplumdaki kanunları yapanlar kendi mevki ve imtiyazlarını muhafaza edeceklerdir. Katı bir anayasa ile eylemlerine sınırlar çizilse bile... Nitekim bunun dünyadaki en büyük örneği 1776 yılında kurulan ABD’dir. Onun bile bugünlere gelene kadar aşınması kaçınılmaz olmuştur. İlk zamanlarda ABD hükümetinin, ekonomiye müdahalesi %1,5 civarındayken bugün ABD’nin ekonomi içindeki kamu gücü %49’lara kadar çıkmıştır. Devlet “mücadele biliminde = siyaset biliminde“ bir çığ gibi büyüyerek toplum üzerindeki havayı boğmuştur. Artık bireylerin özgürce oksijen soluyacak alanları gitgide daralmaktadır. Bu Leviathan tarzı büyümeyi ne liberal demokrasi ne sınırlı devlet ne de katı bir anayasa durdurabilmiştir. Bunu durdurmanın bir tek yolu vardır. Bu yol da mübadele bilimi, yani insanlar arasındaki ilişkileri artıran barışçıl ve kazanç ilkelerine dayanan gönüllü toplumsal işbirliği yöntemidir.
Klasik liberalizmin ortaya çıkan ilk formu “başkalarına rağmen“ özgürlük ve güvenlik durumudur. Klasik liberalizmin ikinci formu aslında bu tarihsel bağlamda bir aşamadır. Görece yeni bilim olan iktisadın ortaya çıkışıyla beraber liberaller, ilkelerini daha tutarlı ve daha dayanıklı kılmak adına öğretilerini ve modellerini değiştirmişlerdir. Klasik liberalizmin ikinci formu olan siyaseti iktisatla, mücadeleyi mübadeleyle ve kendiliğinden doğan düzeni sürekli devrimcilik ile ikame etmiştir. Zorlayıcı güç ile oluşturulan suskun bireylerden, özgür tercihlerin rekabetinin getirdiği akıl ve etik yolunun yarattığı dinamik bir topluma giden sürekli devrimci bir liberalizm ortaya çıkmıştır. Bu, liberalizmin yolunun farkında olmadan değil, tamamıyla bilinçli tercihin sonucunda meydana gelmiştir.
İlk liberalizm formu “baskı ve zorlamayla“ bireyleri yerlerinde tutabilir. Yasakları, sıkı kanunları, liberal eğitimi ve dipçikleri ile bireyleri korkutarak barışı, hoşgörüyü ve samimi olmayı sevdirebilir. Hapishanesi ve caydırıcı yıkıcılığı ile şiddetdışılığını azaltabilir. Ama bunların hangisi kirli araçlarıyla ne kadar liberallerdir? Oysa ikinci form öyle midir? Zorba ve şiddet severler, “mübadele biliminin = iktisadın” ışığında imtiyazlarını ömür boyu ellerinde tutamayacaklarını bilirler. İktisat içerisinde baskı ve şiddet, “olanı dağıtabilir” ama asla değişik ve bilinmeyen ihtiyaçları üretemez. Dağıtmak değil ama, üretim olmadığı zaman fakirlik, açlık ve rezillik artık toplumun kaderidir. Mübadele biliminde devamlı bir mevki ya da sabit bir yer işgal edemezsiniz. Orada şan ve şöhret geçici ve tüketiciye bağlıdır. Yani herkese bağlıdır. Orada rekabet sizi dinamik ve sağlıklı tutar. Orada gönüllülük vardır. Mübadeleden kaçmak imkânı vardır. Orada size zulüm yoktur. İstediğiniz dağa kaçabilirsiniz. İstediğiniz medeniyeti reddedebilirsiniz. Orada size güvenlik ve huzur sağlayacak birçok değişik koruma acentesi vardır. Dilediğinizi seçebilirsiniz. Paranız yok diye üzülmeyin; sunulan fırsatlar, promosyonlar, ödeme kolaylığı ve rekabetçi düşük fiyatlar sizlere de ulaşacaktır. Bu toplumda barış, huzur ve bolluk olduğundan zenginlik çok, yardımseverlik ganidir. Bugün nasıl her evde buzdolabı varsa orada sizin, size özel hizmetler veren güvenlik şirketleriniz olacaktır. Neyi, nasıl ve ne kadar zaman korumak istiyorsanız, tarifeniz hazırdır. Asla devlet gibi tekelci, pahalı, tek yönlü, etkin olmayan, kuru bir güvenlik ağıyla herkese koruma sağladığını söylemez. Herkese güvenlik demek aslında hiç kimseye en iyi korumayı sağlamayacağım demektir. Fakat bu bizzat doğru bir tespittir. “Sınırlı devlet“ sürekli olarak bireysel özgürlüğü ve güvenliği tehdit eder. Onun doğası bundan başka bir şey değildir. O, siyasetin doğasına yatkın olduğu için illaki kanun çıkarmanın, yasaklamanın ve engellemenin peşindedir... O, bireye güvenmez çünkü kendisine güvenmez. O, zorbalıkla mevkiini kazanmıştır. Zorbalıkla kaybedeceğini düşünür.
Fakat bugün her şey gün gibi ortadadır. Siyasetsever liberalizm mücadele üzerine oturur. Diğerlerini dışlamak ve karşı taraf ilân etmek zorundadır. İktisatperver liberalizm ise mübadeleyi (insan ilişkilerini) öncüler. Ve ticaretin doğası gereği diğer tarafı dinlemek zorundadır. Peki şimdi hangisi daha liberaldir? Bu tercih edilecek bir durum değildir. Klasik liberalim diyorsan...
bu yazı 03/04/2014 tarihinde mi yazılmış?