01/11/2022 - Finn Andreen
Ukrayna'da devam eden savaş birçok Batılıyı Carl von Clausewitz'in Savaş Üzerine adlı klasiğinin gerçekçiliğini düşünmeye zorladı. Prusyalı askerî kuramcının meşhur bir sözü vardır: "Savaş, siyasetin başka araçların da eklenmesiyle devamından başka bir şey değildir." Bu gözlem modern Batılı insanlara garip ve hatta şok edici gelse de savaşın tarih boyunca sahip olduğu rol çoğunlukla budur.
Clausewitz 1812 yılında Rus ordusunda görev yapmıştır ve günümüzde de Rusya'daki tesiri hissedilmektedir. Gerçekten de Rusya'nın Ukrayna'daki savaşa yaklaşımı, askerî eylemi diplomatik ve ekonomik araçlar gibi diğer araçlarla birlikte siyasî bir araç olarak görmesi yönüyle Clausewitz'in izlerini taşımaktadır.
Bu durum, mevcut kriz tırmanırken Rusya'nın Batılı siyasî ve entelektüel çevrelerde neden kısmen yanlış anlaşıldığını açıklamaya yardımcı olmaktadır. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana Batılı seçkinler, savaşı, ABD'nin özel askerî doktrini ile bir tutmaya başladılar; bu doktrine göre savaş ancak siyasetin bittiği yerde başlar ya da daha da kötüsü, saldırgan savaş, genellikle iyi niyetli diplomasiyi dışlayarak siyasî ve ticarî amaçlara ulaşmak için tercih edilen bir araçtır.
Washington'ın Orta Doğu'daki savaşları bunun tipik örnekleridir. Bu savaşların "demokrasiyi yaymak" gibi resmî amaçları hiçbir zaman gerçeğe dönüşmemiştir. Bunun yerine, askerî-endüstriyel kompleks bu savaşlardan büyük kârlar elde etmiştir ki bu da ABD hükümetinin gerçek askerî hedeflerinin resmî hedefler olmadığını güçlü bir şekilde ortaya koymuştur.
Kronist (ahbap-çavuş) kapitalizminin neredeyse hiç var olmadığı bir dönemde yazan Clausewitz'e göre, savaştan kaçınmakta temel bir çıkar vardır, çünkü savaş doğrudan müdahil olan tüm taraflara zarar verir. Dolayısıyla, bu bilgiler ışığında, sadece savaşın yol açtığı can kayıpları ve malların tahrip edilmesi nedeniyle değil, aynı zamanda ilgili herkes için belirsizlik içermesi nedeniyle de savaş, siyasî hedeflere ulaşmaya çalışan devletler tarafından her zaman başvurulacak en son çare olmalıdır. Eskilerin dediği gibi, bir savaşı başlatmak kolaydır ama bitirmek zordur.
Savaş patlak verdiğinde, bu, genellikle bir tarafın kendisinin ve rakibinin yetenekleri ve niyetlerine ilişkin muhakeme hatasının sonucudur. Tarihçi Carroll Quigley, Tragedy and Hope adlı büyük eserinde yazdığı üzere, "Savaşın başlıca işlevi budur: yanılan zihinlere güç ilişkileri konusunda yanıldıklarını mümkün olduğunca kesin bir şekilde göstermek."
BM'nin Geçerliliğini Yitirmesi
19. yüzyılda yaşamış bir düşünür olarak alışıldık bir şekilde Clausewitz, modern uluslararası hukukun kabul etmediği bir şekilde, savaşın siyasî sorunları çözebileceğini kabul etmiştir. Bununla birlikte, onun savaş görüşü, Birleşmiş Milletler Antlaşması'na, bazı Batılı imzacılar tarafından uygulanan saldırgan askerî doktrinden daha saygılı görünmektedir. Gerçekten de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin geçmişte askerî müdahaleye izin veren kararları çoğu zaman Clausewitz'in savaş gerekçesini bile karşılamamıştır; yani sorunun çözümü için diğer tüm yolların tükenmesine.
BM Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 1945'ten bu yana bazı üye devletlerin diğer üyelere karşı güç kullanmasına izin veren yetkilerinin altında genellikle "uluslararası barışı yeniden tesis etmek" dışında başka çıkarlar yatmaktadır. Tahmin edilebileceği üzere, BM onaylı bu askerî müdahalelerin birçoğunun sonuçları genellikle felaket olmuştur; çoğu zaman çatışmaları şiddetlendirmiş ve sivil halkın dramatik acılar çekmesine yol açmıştır. 1950'de Kuzey Kore'de, 1966'da Güney Vietnam'da, 1990'da Kuveyt'te ve 2011'de Libya'da ABD müdahaleleri BM'nin barış idealini alay konusu hâline getirmiştir.
Daha da kötüsü, ABD hükümeti tarafından 1999'da Sırbistan'da ve 2003'te Irak'ta BM Antlaşması ve BMGK'nin yasal meşruiyeti göz ardı edilerek tehlikeli bir emsal ortaya konmuştur. Bugün BMGK'nin veto hakkına sahip beş daimi üyesinden üçü diğer ikisinin düşmanıdır ve bu durum BMGK'nin barışın yeniden tesis edilmesine önemli bir katkıda bulunmasını engellemektedir.
ABD ve SSCB birkaç kez nükleer silah kullanmaya yaklaşmış olsalar da iki jeostratejik ve ideolojik Soğuk Savaş aktörü arasında, en azından Avrupa'da, barışı koruyan şey BM Şartı'nın varlığından ziyade nükleer caydırıcılık olmuştur.
Dolayısıyla BM'nin uluslararası hukukun uygulanmasındaki rolü bugün neredeyse yok denecek kadar azdır. Rusya ile NATO arasındaki mevcut çatışmanın çözümünde BM'nin yokluğu göze çarpmaktadır. Dolayısıyla BM Antlaşması, sadece en güçlü üyeleri ona hem ruhen hem de lafzen bağlı kaldıkları sürece - hukuken değil ama fiilen - işleyen bir yasal çerçevedir. Gerçekte, ulus-devletler arasındaki uluslararası ilişkiler, Clausewitz'in günlerinde olduğu gibi, hâlâ büyük ölçüde güç ilişkisidir.
Liberteryen Bakış Açısıyla Savaşa Dair Realizm
Yukarıda sunulan modern savaş görüşü, her ne kadar realist bir bakış açısına sahip olsa da ilk etapta savaşın nedenini ele almamaktadır. Bunun, tüm savaşların kışkırtıcısı olarak modern devletin rolüne odaklanmayı gerektirmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu nedenle, Clausewitz'in savaş üzerine yorumu ne kadar açıklayıcı olursa olsun, bir modern devlet teorisi ile tamamlanmalıdır.
Liberteryenizm bu görev için mükemmel bir konumdadır, çünkü devleti toplumun yapay olarak yaratılmış hastalıklarının çoğunun nedeni olarak tanımlar. Doğal haklara dayalı bir siyasî felsefe olarak liberteryenizm, tamamen savunmaya yönelik olsa bile (eğer böyle bir şey varsa) devlet tarafından yürütülen bir savaşı ahlâkî olarak kabul edemez. Çünkü devlet, tanımı gereği, belirli bir toprak parçası üzerindeki şiddet tekeliyle saldırmazlık ilkesini ihlal eder.
Ancak pratikte, bir liberteryen bile, bir devletin dış düşmana karşı savunma savaşında özel mülkiyeti çıkar gözetmeksizin korumasını, dışarıdan dayatılan bir tiranlık alternatifine tercih etmek zorunda kalacaktır. Öte yandan gerçek dünya nadiren bu kadar net seçenekler sunar.
Serbest ticaret, yani ulusal veya uluslarüstü devletler tarafından hiçbir şekilde engellenmeyen ticaret, uluslar arasındaki barışın sağlanması için temel motivasyon kaynağıdır. Ticaret yapan açık toplumların birbirleriyle barışçıl ilişkiler kurmakta büyük çıkarları vardır ve bu nedenle doğal olarak savaştan kaçınırlar. Korumacılık ve otarşi eğilimi, devletler arasında askerî çatışmalara yol açabilecek gergin ilişkilerin hem nedeni hem de sonucudur. Bu şaşırtıcı değildir, zira devletin ekonomiye müdahalesi yoluyla toplumda oynadığı rol, diğer ulus-devletlere karşı bir rekabet mantığını da beraberinde getirir.
Nitekim herhangi bir toplumdaki barış ve refah, devletin büyüklüğü ve gücüyle ters orantılıdır. Ulus-devletlerden oluşan bir dünyada, bu durum siyasî küreselciliğe tamamen zıt bir sonuca yol açar; yani, her birini mümkün olduğunca zayıf ve sınırlı kılmak için mümkün olduğunca çok sayıda devletin -ve hatta belediyenin- olması gerektiği sonucuna.
Bu nedenle ayrılma (secession) ve kendi kaderini tayin etme (self-determination) kavramları liberteryenler için devlet sayısının çoğalması yolunda kilit öneme sahiptir. Devletler ne kadar küçük ve güçsüz olurlarsa ve boyut olarak birbirlerine ne kadar benzerlerse savaş ihtimali de o kadar azalır. İçinde bulunduğumuz dönem, devletlerin jeopolitik çıkarlara sahip olacak kadar büyük olma tehlikesini göstermiştir; ABD örneğinde bu durum tüm dünyayı kapsamaktadır.
Sonuç olarak, realist bir dünya görüşüne sahip olmak ile aynı zamanda siyasî ilkelere dayalı bir dünya görüşüne sahip olmak arasında bir çelişki olmadığı açıkça anlaşılmalıdır. Burada sunulanlar gibi uluslararası ilişkilere dair gerçekçi bir görüşe sahip olmak, savaş ve devlete ilişkin liberteryen ilkelerin taşıdığı önemi görmeyi de engellemez. Şüphesiz, insanlar hem ülke içinde hem de ülke dışında devletlerinin müdahalelerini kitlesel olarak reddetmeye başladıklarında devletler arasında barış olasılığı ortaya çıkacaktır.
Comments