Demokrasi Özgürlüğe İyi Gelmez
25/11/2010 - Serkan Kiremit
“Birey kendini yönetme hakkına sahipse bütün dışsal hükümetler -demokrasi de dâhil- tiranlıktır.”
Benjamin R. Tucker
“State Socialism and Anarchism”, 1888,
Individual Liberty, s. 1
Demokrasi, liberalizmin araçlarından bir tanesidir. Evet, bu tarihsel olarak doğrudur. Demokrasi geçen yüzyıllardan sonra liberal etik ve liberal amaçlar ile çatışmaya girmiştir. Liberalizmin esaslarıyla uyumsuzlaşmış, liberal amaç ve liberal etik ile karşı karşıya gelmiştir. Liberal entelektüel dünyada, en ufak bir tereddüt “özgürlük ve bağımsızlık yasasının” uykusunu kaçırmayı başarır. Demokrasi bunu başararak “özgürlük ve bağımsızlık yasasının” karabasanı olmuştur.
Liberal tarihi biraz karıştırdığımızda Orta Çağ’da “Levellers” yani “Düzleyiciler” ile karşılaşırız. Bunlar, özel mülkiyetin oluşturduğu piyasa medeniyetinde siyasî kararları ne kralın ne kilisenin ne de aristokratların verebileceğini iddia ettiler. Onlar sürekli-devrimci olarak “halk egemenliğini” savundular. Halk egemenliğinde, cinsiyet, ırk, zenginlik ve kast düşünmeden “Tek İnsan, Tek Oy” düşüncesini ileri sürdüler. Fakat bu “Genel Oy” hakkı, parlamenter düşüncenin aslında Antik Grek toplumlarında mümkün olan “doğrudan demokrasi” şeklidir. Düzleyiciler, toprak reformu konusundaki ısrarlarının, ayrıca din ile devletin birbirinden ayrılması gerektiği ve doğa üzerinde hâkimiyetin getireceği “eşit seviyedeki” düzen düşüncelerinin bireylerin özgür ruhlarını ve aksiyonlarını kanatlandıracağına inanıyorlardı. Çünkü “onu yaratan, onu kendisinin öğretmeni ve hükümdarı kılan aklın buyruğunda olan insanın, artık kendi dışındaki bir öğretmenin ya da hükümdarın peşinden gitmeye ihtiyacı yoktur” diyorlardı. İşte liberalizm tarihsel olarak bu açıdan “doğrudan demokrasiyi” amaçlarına giden bir araç olarak gördü. Sloganları ve manifestoları da “Ne Haç, Ne Taç!” idi. Fakat sonra liberaller entelektüel güçleri, idealleri ve özgürlük savaşçılarıyla kitleleri peşlerinden sürüklediler. Robert Jacques Turgot, Adam Smith ve benzerleri 1688 İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşı, 1789 Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’yle beraber engellenmemiş piyasanın teorisini çizdiler; din ile devleti birbirinden mutlak şekilde ayırdılar; aristokrat sınıfı ortadan kaldırdılar; eğitimi halka yaydılar; bilimsel keşifler ve girişimcilikle bolluk toplumunu yarattılar; kralcılığı -kukla, magazinsel ve geleneksel bir biçimde sürdüren muhafazakâr ülkeler hariç- gözden düşürdüler; köleliği bitirdiler; toprak reformunu feodal düzenin yerine kapitalizmi geçirerek kısmen gerçekleştirdiler; genel oy hakkını neredeyse bütün ülkelerde tesis ettiler. Engellenmemiş piyasa, bireylerin özgür eylemlerinin peşinden öyle hızlı gitmelerini sağladı ki insan, toprağa ve doğaya bağlı olduğu kıtlığı yendi. Teknoloji, özgürleşen emek, biriktirilmiş ve sürekli artan sermaye dünya nüfusunun inanılmaz biçimde beslemesini, konut bulmasını ve boş zamanlarında kültürel faaliyetlerle ilgilenmesini başardı.
“Yönetim İlkesi”nin en baştaki sorunu, nüfusun çoğunluğunu oluşturan açların ve yoksulların, az sayıdaki toku ve zengini yağmalamasını önlemek ve yönetenlerin güvenliği sağlamakla ilgiliydi. Fakat engellenmemiş piyasanın yarattığı bolluk toplumu bugün “sıradan insanın” lüks tüketim mallarına ulaşmasının önündeki tüm engelleri kaldırmıştır. Buzdolabından televizyona, cep telefonundan toplu taşıma araçlarına kadar...
Fakat liberalizmin umduğu durum ekonomik olarak kısmen gerçekleşmesine rağmen siyasî olarak gerçekleşmedi. “Yönetim İlkesi” demokrasi ile beraber halkın egemenliğine dönüşmedi, daha da kötü olarak halkın arzusuyla -oylarıyla- sınıfsal bir ayrımcılığa döndü. Yönetenler -vergi ve yasalar yoluyla zorla alınan mülklerle geçinenler- ve yönetilenler -vergi ödeyenler ve yasa ile mülkleri gasp edilenler- arasında toplumsal barış, koca bir suskunluğa gömüldü.
Liberalizm, demokrasinin çoğunluk idaresi altında azınlık haklarını ve özgürlüklerini koruyamadı. Toplumsal barış ve huzuru demokratik devlet aracılığıyla sağlayamadı. Çünkü demokrasi, toplumu, sınıfsal olarak Yönetenler ve Yönetilenler diye ikiye böldü. Liberalizm, yağmacılığı, kast sistemini ve imtiyazlı sınıfları demokrasiyle önleyemedi, yani “Kanun önündeki eşitleri -Levellers’ın yaptığı gibi- düzleştiremedi.” Çünkü liberalizmin umduğu “halk egemenliği” yerine “yönetenleri ve onların kapıkulları olan bürokratları” karşısında buldu. Liberal entelektüeller Charles James Fox, Benjamin Constant, Alexis de Tocqueville, Herbert Spencer, William Graham Sumner, Frédéric Bastiat, Gustave de Molinari, Murray Rothbard ve daha birçokları demokrasinin liberalizmin amaçlarıyla çatıştığını keşfettiler. Yakın zamanda Ludwig von Mises, Milton Friedman, Isaiah Berlin ve Karl Popper gibi liberaller demokrasinin liberal ilkeler ile uyumunda ısrarlı olsalar da onların da kafasında hep bir soru işareti kaldı. Bu durumdan istifade eden “Modern Özgürlükçüler” demokrasinin yanlış bir kullanımda olduğunu düşündüler ve demokrasiyi “iyileştirmeyi” önerdiler. Liberaller demokrasiyi bir araç olarak görmüşlerdi. Ancak bu aracın liberalizmin büyük amaçlarını törpülemek bir yana, liberal iktisada ve tutarlı özgürlüğüne katkıda bulunmadığı açıkça görüldü. Çünkü demokrasi, azınlığın en azınlığı olan bireyi illa bir partizan, cemaatçi ve bir seçmen olarak görmekten başka bir şey yapamaz. Bireyi kendi yöntemleri, yanlışları ve ısrarları konusunda yalnız bırakamazdı. Çoğunluk yönetimi olarak demokrasi, yasalar aracılığıyla neredeyse bireyin hak ve özgürlük alanını her geçen gün daraltmak zorundaydı. 300 yıldır, devletin, hatta demokratik devletin, birey üzerindeki baskısı, ekonomik alandaki yoğunluğu ve hakları üzerindeki sıkıntı verici yol göstericiliği her geçen gün büyüyerek artmaktadır.
Oysaki liberal entelektüeller tarihsel olarak bütün ispat güçlerini iktisadî açıdan engellenmemiş piyasalarda bulmuşlardı. Merkezî komuta ekonomisine karşı geliştirmiş oldukları piyasa teorilerini tamamen onaylı bir şekilde hem denemiş hem de pratikleştirmişlerdir. Bu yoldan başka bir yolun mümkün olmadığını keşfetmişlerdir. Tam ve tutarlı serbest bir toplum, nasıl olur da rekabetçi bir sistemde Tekel-Yönetim Sistemi’ne ihtiyaç duyar? Ya da Çoğunluk Sistemi (Şili’deki Salvador Allende gibi) özel mülkiyeti ve serbest piyasayı lağvetmek isterse ne yapacaklardır? Liberaller bu durumda devamlı tetikte mi bekleyeceklerdir? Yoksa Milton Friedman ve Friedrich von Hayek’in açıkça desteklediği Şili’deki General Pinochet’nin sistemini mi yürürlüğe koymak isteyeceklerdir; yani askerî vesayeti mi desteleyeceklerdir?
Liberaller insanlarda en az bulunan şeyin iyi niyet olduğu konusunda hemfikirdir. Bu açıdan demokrasinin devamlı değişen yöneticilerden her zaman iyi niyet beklemesi safdillikten başka nedir? Adolf Hitler ve Salvador Allende örneği liberaller için öğretici olmadı mı acaba? Demokrasinin bir yönetim şekli olarak “katı bir liberal anayasacılıkla” dizginlenebileceği gerçeği aklımızın kenarında şöyle bir dursun... Ama hangi yönetim, kendi çıkarlarını göz önünde tutarak bu “katı liberal anayasayı” gevşetmeyeceğini garanti edebilir? Hadi diyelim ki bu “katı liberal anayasadan” çok memnun bir topluluk ve siyaset var; fakat o zaman demokrasiyi kim finanse ediyor olacak? Bir liberal, gönüllü toplum dışında zorla alınan vergilerle taşıdığı demokrasiden ne kadar memnun olabilir ki? Diyelim ki bir liberal nesil, demokrasiyi gönüllü olarak finanse etti; bakalım gelecek nesil bu finansörlüğü kabul edecek mi? Açıkçası demokrasi için olmazsa olmaz şey partilerdir, onların da “hazineden geçinmesi” “devletçi iktisadın” liberal iktisat üzerindeki mutlak hâkimiyeti değil midir? İtirazları şimdiden duyar gibiyim; ABD’de demokratik partiler “gönüllü ve sivil toplum kuruluşları” tarafından finanse ediliyor, diyorsunuz. Evet, ama demokrasinin olmazsa olmaz şartı olan “genel oy”, “seçimler” ve “referandum” günleri kimler ve nasıl finanse ediliyor? Cevap basittir. Demokrasi, serbest piyasa mantığından çok, devletçi iktisadın imtiyaz ve kast sisteminin ekonomisine bağlıdır.
Kısacası demokrasi, liberalizmin ilkeleri, etiği ve özgürlük yasalarıyla çatışma ve karşıtlık hâlindedir. Serbest piyasanın mantığına tamamen aykırıdır. Bunun yanında demokrasi, geçen asırlar sonucunda, liberalizmin esaslarıyla uyumsuzlaşmıştır. Bunu önlemenin yollarını arayan entelektüeller, teorisyenler, hukukçular ve siyasetçilerin çabalarına, çarelerine ve umdukları iyileştirme planlarına rağmen demokrasiyi “özgürlüğün ve bağımsızlığın yasasına” kavuşturamamışlardır. Demokrasi sonuç olarak liberal düzenin zıttı olan ülkelerde, örneğin İran, Türki Cumhuriyetler, Küba, Afganistan, Irak, Venezuela ve Çin’de var olmasına rağmen liberalleşmeyi ülkeler bazında yalnız ve yalnızca serbest piyasa, rekabetçi hukuk sistemi ve özel mülkiyet hakkı sağlamıştır.
Liberalizmin “insanın insan üzerindeki hâkimiyetinin son bulacağı güne”, yani Halk Egemenliği kavramına inancı dimdik ayakta durmaktadır... Liberalizm bundan vazgeçmiş değildir, ama demokrasinin liberalizm için iyi bir araç olmaktan öte, kötü bir araç olduğu tarihsel olarak ispatlanmıştır. Daha ne kadar bekleyeceğiz? Açıkçası demokrasi liberalizme dün, bugün ve daima iyi gelmemiş, gelmeyecektir. Bunu iyileştirmeye çabalamak artık saçmadır. Saçma sapan şeylerin peşinden gitmenin bir mantığı yoktur. Liberalizmin elinde çok daha özgürleştirici, rasyonel ve mantıklı birçok projesi, piyasası, temel hak ve özgürlük temelli argümanı vardır.
Bastiat, demokratların doktrinini despotizmin işleyen saati olarak görmektedir: “Genel oy sonrası...halk yularını sürekli olarak başkalarına mı verecektir? O, haklarını büyük ve özverili mücadeleler sonucunda kazanmadı mı? O, yetişkin değil midir? Kendi çıkarının ne olduğunu ondan başka kim bilebilir? Kendi kendine yargılama yeteneğinden yoksun mudur? Kim veya hangi sınıf, kendini halkın üzerinde görerek onun adına yargılama ve hareket etme cüretini gösterebilir? Hayır, hayır. O özgürdür ve özgür kalmalıdır. Kendi işlerini kendi yürütmek ister ve öyle de yapacaktır.”
Türkiyeli liberaller birçok konuda olduğu gibi demokrasi meselesine tutarlı, ilkeli, âdil ve istikrarlı yaklaşmak istemeleriyle, sorunları çözemezler. Demokrasi-liberalizm ilişkisini rayına oturtmak girişimlerine tarihsel, etik ve iktisadî bilgiyi de eklemek zorundadırlar. Yoksa entelektüel iyi niyetleri eksik kalır. Bu öyle bir eksikliktir ki liberalizmin kendi mantığıyla çelişmesini bile sağlayabilir. Demokrasi bireyden ilk olarak, liberalizmin “kendi kendinin sahibi olma, bu sahipliği devredilemez hak ve özgürlüklerle ilişkilendirdiği mülkiyet, hizmet ve tasarruf eylemini istediği gibi kullanma veya kullanmama” durumuna karşı belli bir temsilcinin altında bu mülkünü ve kendisini devretmesini ister. Bunu bireye, ister bir oyla ister tercihiyle veya arzusuyla gerçekleştirdiğine inandırır. Oysa bu, liberal ilke, etik ve amacıyla tartışmasız olarak karşıt bir düşüncededir. Çünkü, hiçbir sözleşme -demokratik sözleşme- sonsuza kadar süremez ve gelecek nesillere devredilemez. Hele ki bireyin bedenini, mantığını ve aklını sonsuza kadar bir oy pusulasına sıkıştıramaz. Demokrasi sadece belli bir bölgede bir sınıfın, belli bir sınıf tarafından soyulması, mülkünün gaspı, özgürlük ihlalleri, hak temelli yaklaşımların tahribi, azınlıkların yok sayılması ve kıyımcı bir yönetimin hâkimiyetini sürdürmesi meselesidir. Yani insanın insan üzerindeki yönetimini doğallaştırma, soygunu ve köleliği kamufle etme düşüncesidir.
Ve sonuç olarak demokratik bir topluma ahlâkî açıdan hiç kimse boyun eğmek, onu desteklemek ve ondan medet ummak zorunda değildir. Büyük liberal Herbert Spencer’ın dediği gibi, “Liberalizmin geçmişteki işlevi kralların iktidarını sınırlamak olmuştu. Gerçek liberalizmin gelecekteki işlevi parlamentoların iktidarlarına sınır koymak olacaktır.”
Opmerkingen