19/02/2023 - Gökhan Kara
“Hegel’in dili o kadar muğlaktı ki düşüncelerinin çok farklı biçimlerde yorumlanabilmesi gayet olağandı. Onun Geist’ı Mutlak’ın Hegelyen dilde kendisini ortaya çıkardığı aldatmacası altında çalıştı. Sağ görüşlü Hegelciler onu Prusya’nın otokratik devletinin ve Prusya Kilisesi’nin dogmalarının kabulü olarak değerlendirirken, sol görüşlü Hegelciler bunu ateizm, uzlaşmaz devrimci radikalizm ve anarşist öğreti olarak değerlendirdiler.”
Ludwig von Mises, 1949¹
Giriş
Yazıya Mises’in bu eleştirel sözlerini izah ederek başlamak yerinde olacaktır. “Devletçilik” furyası, Mises’in de ifade ettiği üzere politik doktrinini bir bütün olarak Hegelyen felsefede bulmuştur. Bu durum onun sözümona var olan vicdanını rahatlatıcı bir işlev görmüştür. Zira, devletçi motivasyon Hegel ile birlikte, senelerdir topyekûn olarak ortaya konulamayan bir kuşatıcı saltanatın izahı olmuştur. O meşruiyet kazanmıştır artık. Zira, fiilî kuvvetini teorik çerçeveye dökme imkânı bulmuştur. Fakat mesele Hegel ile sınırlı değildir. Bundan biraz daha geriye, modernite öncesine gidildiğinde devletçi perspektifin ısırıcı sultasını Weber’in “patrimonyalizm”² olarak tanımladığı “kadir-i mutlak devlet” felsefesinde görmemek için bir sebep yoktur.
Kadir-i mutlak devletçi anlayış, skolastik çağın “kutsal devlet”inden ilham alarak insan eylemini ve düşüncesini “demir yumruk” aracılığıyla sınırlamada kendini vazifeli görmüştür. Ancak, bu sorgulanamaz üslup bununla da sınırlı değildir. Devletçi felsefeninin kökleri skolastik çağın kilise dogmalı “kutsal devlet”i ile de başlamamış olup, ruhunun derinliklerini elbette ki Platon’da bulmuştur. Rothbard’ın ifadesiyle “insanın devlet içinde eriyip gittiği”³ ütopyacı Platon’un zihin dünyasında... Onun insan haklarını yok edici fikriyatının hayaleti tarihin en acımasız savaşının cereyan ettiği 20. yüzyılda kendine dehşet verici bir vücut bulmuştur: Faşizm!
Devletçi felsefenin bu özlü tarihsel arka planından sonra şunu ifade etmek gerekir ki bu yazıda, fikrî mücadelelerin savaş sahasında verilmesinin getirdiği yıkımların devletçi motivasyonuna karşı eleştirel düşüncelerimi edebî ve akademik üslubu bir arada kullanarak ifade etmeyi amaçlıyorum.
Savaşın ve savaşçılığın getirdiği kaçınılmaz yıkım, tarih boyunca insanlığın kalkınma ve ilerlemesine engel olmuş ve bunun aksine en hayatî gelişmeler ve düşünceler insanların barış içinde bir arada yaşadığı devirlerde cereyan etmiştir. Buradan hareketle yazıyı, devletçi zihniyeti ve onun pratiğini insan eylem ve düşüncesinin ihlal edilmesi üzerinden irdelemenize sunuyorum.
20. Yüzyılda “Devletçi” Felsefe ve Yıkım
Tarihler 1929 ila 1939 yıllarını gösterirken dünya, krizi öne sürerek insan özgürlüğünün bittiğini biraz da aceleci bir tutumla ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren faşist-korporatist idareler özlediği Platonik atmosferi fırsat bilip otoritelerini tesis ederken, Marx’tan mülhem olan oldukça kolektivist iktidarlar bekledikleri Hegelyen diyalektiğin yanıltıcı rüzgârını arkalarında hissettiklerini düşünmüşlerdir.
Serbest olma motivasyonu bir yandan “ben devletim, devlet ben” diyen Mussolini ve Hitler tarafından, diğer yandan “toplum üstündür bireyden” diyerek holistik kuramı⁴ hayata geçiren sosyalist doktrin tarafından arka plana atılmıştır. Bu iki bloğun insanı bir varlık olarak aşağı tabakada yorumladığını detaylı olarak ifade etmek konunun kapsamını genişletecektir. Dolayısıyla bu bahsi kısaca ifade etmek yeterli olacaktır.
Kolektivist özneleri (devlet ve toplum) öne çıkaran bu iki blok araçsal olarak farklı bir düzlemde gözükse de amaçsal olarak aynı çizgide buluşmaktadır. Nitekim, kolektivist öznelerin nihai amacı “insan”ı insan yapan düşünce ve bilinçli davranışı sınırlamaktır. Sosyalist doktrin bunu “toplum”u öne çıkararak yaparken, faşizm ise bunu bir bütün olarak “devlet”i öne çıkarmak suretiyle yapmıştır. Sonuç olarak, devletçi felsefenin 20. yüzyıldaki pratiği Platon’un “ütopya”sının, skolastik düşüncenin “kutsal devlet”inin ve Hegel’in “determinizm”inin sembolü olmuştur.
Felsefî ve teorik temellerini 20. yüzyıldan önce atan devletçi zihniyet bu yüzyıla tarihin en büyük insanlık dramına konu olan İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte girmiştir. 1929 Buhranı’nı bahane ederek kolektivist politikalarını hayata geçirmeye başlayan devletçi zihniyet, milyonlarca insanın aklını ve düşüncesini tek bir merkezden komuta etmek suretiyle ona “mutlak” bir aldatıcı refahı vadederek bu yıkımın kapılarını ardına kadar açmıştır. Hem sosyalist devlet hem de faşist devlet, insanın teşebbüs etmesi gereken faaliyetleri bünyesinde toplamayı amaçlayarak bir “bürokratik buyurgan” planlamaya sebep olmuştur. Onun bu buyurganlığı, iktisadı “kasvetli bilim” olarak tanımlayan Thomas Carlyle’ın fikir babalığını yaptığı totaliter devletin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Kuşkusuz, iktisadı kasvetli bir bilim olarak yaftalayanlar, insan eylem ve düşüncesininin ihlal edilemez haklarını, mutlak refahı sağlayacağı iddia edilen “kutsal devlet”e acımasız bir tavırla yüklemiştir. Bu yük, insana “Düşünme! Özgür olma! Eylemde ve girişimde bulunma! Zira ben senin yerine düşünür ve uygularım!” diyen bir totaliter devletin kimliğini ispatlar niteliktedir. Hâlbuki bürokratik buyurganlık insanın bir birey olarak teşebbüs ettiği ticareti akledemez, onu kâr endişesi ve üretme beklentisiyle kontrol edemez. Mises’in de ifade ettiği gibi bürokrasinin memurları “kural ve kaidelere uymakla yükümlüdür, işletme kâr mı yoksa zarar mı etmiş umursaması mümkün değildir.”⁵
İşte 20. yüzyılın devletçi felsefesi bu eğilimler ve bürokratik pratikler etrafında savaş yıkımını getirmiştir. Zira, mutlak güce ve mutluluğa erişmek isteyenler bununla yetinmeyecektir. “Hayat sahası”⁶ olarak niteledikleri dünyayı ele geçirmeye, insan eylem ve düşüncesininin sözümona koruyucusu pozisyonunda kendini görmeye muktedir olana kadar bu mücadele devam edecektir ve etmiştir.
21. Yüzyılda İnsan Öznesi ve Güncel Devletçi Pratik
20. yüzyılın devletçi “mutlak refah” vaizleri insanlığa refahı ve mutluluğu getirmek şöyle dursun, insanların var olan yaşama haklarını dahi ellerinden almıştır. Zira, devletçi felsefe insanı aşağıların aşağısı yapma hatasına düşerek özneyi insan yerine geçemeyecek nesnelere, yani devlet ve toplum mitine atfetmiştir. Bu zihniyet, insan eylem ve düşüncesinin bir neticesi olarak ortaya çıkan devleti özne yerine koyma yanlışına düşerek, insanlığın manevi özgürlük kazanımlarına ve serbest teşebbüs maddiyatına tedavisi yıllar alacak bir darbe vurmuştur.
Nihayet, devletçi felsefenin iki karanlık yüzü olan faşist buyurucu devlet ile sosyalist kolektivist devlet 80’li yılların sonları gelirken tarihin tozlu rafları arasına girmek zorunda kalmıştır. Dünya 21. yüzyıla yürürken insan eylem ve düşüncesinin önemini bir kez daha anlamış ve devletçi felsefenin merkezî karar verme mekanizmasına karşı yeniden galip gelmiştir.
Devletçi felsefenin “insan” çıkmazı her ne kadar önceki yüzyılda felaketi getirmişse de 21. yüzyılda henüz bir sıcak dünya savaşının görülmemiş olması onun etkisinin tamamen kaybolduğu izlenimini doğurmamalıdır. Yaşadığımız bu devirde de devletçi zihniyet kendisini önceki devirlere nazaran farklı kisvelerle göstermektedir. İnsanın insan olarak eylemde bulunma ve düşünme özgürlüğünü yeniden keşfettiği bu yüzyılda ırkına, cinsiyetine, ideolojik tercihlerine vs. dayanan dışsallaştırma politikaları devletçi felsefenin güncel konumunu ortaya koymaktadır. Dünya, bir taraftan terör kisvesi altında insan kıyımına sebebiyet veren, diğer taraftan Weberyen “karizmatik otorite”ye⁷ ithafen lider sultasıyla “Çarlık” hayalleri kuran bir devletçi zihniyet ile yeniden karşı karşıyadır.
Hedef tarihte olduğu gibi yine aynıdır: İnsan eylem ve düşüncesini zapt etmek. Bu cereyanlar insanı özne yapan ve onu diğer varlıklardan ayıran bilinçli davranış ve düşünme aksiyomunun karşısında, tıpkı geçmişte olduğu gibi aynı motivasyonla kendini güncellemiş bir şekilde karşımızda durmaktadır. Ancak, bu güncellik insanın ilerlemesi ve işbirliği temelinde toplumları kalkındırma tecrübesiyle çatışacak olgunluğu önceki devirlere kıyasla kendinde bulamamış görünmektedir. Her şeye rağmen geçmişte kitleleri meydanlara dökebilecek bir üsluba ve hitabete sahip olan faşist, sosyalist ve/veya otoriter devletçi pratik, günümüzde tam tersi olarak karşısında dikilecek cesareti ortaya koyan “insan bilinci”ne sahip kitlelerle karşı karşıya kalmış durumdadır.
Artık insanlık, “mutlak refah” ütopyasıyla ihlal edilmiş olan haklarını yeniden devletçi otokratik zihniyete gasp ettirecek hataya düşmemektedir. Savaşa, yalana ve yıkıma karşı toplumun tam da benimsemesi gerektiği gibi işbirliği motivasyonuna dayanarak bireyler, meydanlarda uzlaşmayı ve barışı tesis etmek amacıyla toplanmaktadır. İşte 21. yüzyılın getirdiği yenilik ve gelişme bu “insan öznesi”nde yatmaktadır.
Sonuç Yerine
Dünya, geride bıraktığımız tarih serencamında insanların özgür düşünceleri ve insanı aşan kolektivist devletçi politikalar arasında ortaya çıkan çatışmalara sahne olmuştur. Geldiğimiz bu noktada insanlık devletçi felsefenin pratiğini büyük acılarla ve tedavisi oldukça zor olan tahribatlarla tecrübe etmiştir. Devletçi felsefenin insan çıkmazı, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir mutlak mutluluk üzerinde ortaya çıkmıştır.
Hâlbuki, insan tarih boyunca mutlak mutluluğu ararken eylemde bulunmuştur. Düşüncesini bu mutluluk üzerine bina ederek toplumların kalkınmasına ve ilerlemesine sebep olmuştur. İnsanın mutlak mutluluğu ararken geliştirdiği devlet mekanizması ve işbirliği temelli toplum nesnesi yine insanın ürünüdür. Bu nesneleri insanın üzerinde kabul ederek, insandan hariç tutarak ve soyutlayarak amaçsallaştırmak devletçi felsefenin özünü oluşturmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, devletçi felsefenin başarısızlığında yatan temel sorun insanın araç olarak tercih ettiği mekanizmaları amaçsallaştırmaktır. Geçmişte ortaya konulan bu pratik günümüzde de maalesef sürdürülmektedir. Ancak, devlet-toplum-birey ilişkisi çerçevesinde, geçmişte olduğu gibi bugün de bireyi devlet ve toplum nesneleri üzerinden kriminalize etme politikasının, tarihsel tecrübeler ve eleştiri ruhunu temel alan bir akıl mekanizmasına dayanarak yeniden başarısızlığa uğrayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Dipnotlar:
1. Ludwig von Mises, Human Action, Ludwig von Mises Institute, 1949, s. 72.
2. Max Weber, Ekonomi ve Toplum, (Çev. Levent Boyacı), Yarın Yayınları, İstanbul, 2012.
3. Murray N. Rothbard, An Austrian Perspective on the History of Economic Thought (Vol. 2), Ludwig von Mises Institute, 1995, s. .
4. Holistik kuram, bütünün parçadan üstün olduğunu ileri süren felsefî görüştür. “Metodolojik holizm” olarak özellikle sosyal bilimlerde tartışmalı çalışma yöntemlerinden birini oluşturmuştur.
5. Ludwig von Mises, Bureaucracy, Ludwig von Mises Institute, 1944, s. 34.
6. Hitler’in “lebensraum” olarak bilinen işgal politikası.
7. Max Weber, Bürokrasi ve Otorite, (Çev. Bahadır Akın), Adres Yayınları, Ankara, 2005.
Comments