22/04/2012 - Serkan Kiremit
“Aslında gücü elinde bulunduranların kibirlerine karşı bir meydan okuma olan iktisat gerçeğine dikkat edilmezse, iktisadî düşünceler tarihini anlamak mümkün değildir. Bir iktisatçı asla demagogların ve otokratların favorisi olamaz. Onlara göre iktisatçı daima sorun çıkarandır. Ve içten içe iktisatçıların itirazlarının tutarlı olduğuna ne kadar çok inanırlarsa, ondan o kadar çok nefret ederler.”
Ludwig von Mises
İnsan Eylemi, s. 67
İktisat bilgisi aydınlanma döneminin bir disiplinidir. İktisat, insan aklı ile insan eylemlerinin birbirini sürekli desteklediği, içerisinde birçok evrensel kuralın olduğu bir bilimdir. Bu bilim fen bilimlerindeki gibi deneye ve matematiğe ihtiyaç duymadan, sadece her insanda mevcut olan “insan davranışları ile mantığın” iç içe geçtiği bir sosyal bilimdir. Fen bilimleri cansız varlıkların veya aklın dışlandığı ama içgüdülerin yönettiği hayvan ve bitkiler dünyasını inceler. Oysa sosyal bilimler insan davranışlarının mantık çerçevesinde incelendiği, içinde “insan varoluşu” olan bir bilim türüdür.
İktisat esasen insanların mübadele ilişkilerini inceleyen özel bir sosyal bilim alanıdır. İnsan sosyal bir varlıktır. Her kişi kendisine ait bir mantığa ve eyleme sahiptir. Hareketsiz biri bile “hareket etmeyen bir davranış” kategorisine sahiptir. Fakat insanlar üç boyutlu evrende tercihte bulunurken insan bedeni aynı anda farklı yerlerde bulunamaz. Öyleyse zaman kıt bir kaynaktır. Tercih yapmak da bir şeylerden feragat etmek demektir. İnsanlar mübadelede bulunurken bu iki evrensel kuralın etkisi altında davranırlar. Böyle olduğunda, örneğin, kişi sevgilisiyle Galata Köprüsü’nde mi olacaktır, yoksa çok sevdiği iktisat tarihi dersinde mi olacaktır? Tercih her insan için rasyoneldir. Kaçırdıkları şeyler ise feragat ettikleridir. Ama elde ettikleri onlar için yararlı ve güzel şeylerdir.
İnsanlar kaçırdıkları ve feragat ettikleri şeyleri en aza indirmenin ve böylece zamanlarını en iyi şekilde kullanmanın yolunu diğer insanlarla yaptıkları mübadeleler sayesinde bulmuşlardır. Bizler buna özel mülkiyet koşullarında yer alan işbölümü sistemi diyoruz. Bir ayakkabıcı akşam evine ekmek götürmek için işini gücünü bırakıp tarlaya buğday ekmeye gitmez. Piyasa medeniyeti içinde yer alan fırıncıdan ekmek alır, fırıncı da aynı medeniyetin yarattığı ortak refahın bir parçası olan ayakkabıyı almak için ayakkabıcıya ihtiyaç duyar. Böylece ayakkabıcı ve fırıncı mübadele dünyası içinde bir güç birliği yaratırlar. İşte, birlikte yarattıkları bu şey özel mülkiyetin olduğu işbölümü sistemidir. Bu sistem ne tarihin zorunlu bir aşaması olarak, ne de kör bir saatçinin yaratısı gibi kendiliğinden doğan düzenle ortaya çıkmıştır. Bu, insanların istekleriyle bilerek ve hesaplayarak yarattıkları bir şeydir.
Mübadelenin konusu insanların diğer kişilerin aleyhine olan yollardan kazanç elde etmesi değildir. Burada hem alıcı hem de satıcı kazançlıdır. İkisinin çıkarı da birbirine uyumludur. Alıcı beğendiği saati satıcıdan istemekte, satıcı da alıcının parasını istemektedir. Mübadele böylece iki kişinin gönüllülüğüne dayanan bir kazan-kazan işlemidir.
İktisat, klasik iktisatçıların – Adam Smith, Karl Marx, David Ricardo ve hatta John Stuart Mill’in – bir türlü çözemedikleri bir soruna takılarak iş hayatını etkilemeye çalışmıştır. Bu iktisatçılar fiyatların oluşumunu sadece “homo oeconomicus” çerçevesinde anlamakta ısrar etmişler, yani meseleyi en az maliyetle en pahalıya satmak veya giderleri en aza indirerek (emeği sömürerek) bir malı en yüksek kârla satmak şeklinde anlamışlardır. Teorileri meseleye işadamlarının gözünden bakıyordu, yani bir kapitalistin teorisiydi bu. Lakin değerin sırrına vâkıf olamamış klasik iktisatçıların ellerinde başka bir teori de yoktu. İnsan hayatı için birincil önemde olmamasına rağmen bakır nasıl oluyordu da insanlar için hayatî önemi olan ekmekten daha değerli olabiliyordu? Bu paradoks bütün klasik iktisatçılar için sinir bozucuydu.
İş hayatı, iktisadın bu tamamlanmamış genel teorisiyle farkında olmadan uğraşmıştı. Çünkü iş hayatı, iktisadın subjektif değer teorisini keşfinden önce, el yordamıyla fiyatın oluşumunu etkileyen tek şeyin tüketicilerin davranışı olduğunu keşfetmişti. “Müşteri daima haklıdır” mottosu, reklam sektörünün gelişimi ve tüketicilere yönelik kampanyalar iş hayatının iktisatçılardan önce somut olarak teoriye ulaştıklarını gösteriyordu. Fakat bilim adamının görevi bu iktisadî davranışın genel teorisini kanıtlamak ve basitleştirmekti. İş hayatı bu bilimsel kanıtlar olmadan asla araştırma ve geliştirmede gerçek bir ilerleme kaydedemezdi. Bir grup iktisatçı hemen hemen aynı zamanlarda marjinal değer teorisinin genel iktisadî ilke olduğunu kanıtladılar ve değerin sırrına ulaştılar. Ekmeğin bakırdan daha faydalı olmasına rağmen bakırın ekmekten daha yüksek fiyattan satılmasının bir tek nedeni vardı: Tek tek insanların bakıra ekmekten daha yüksek fiyat biçmesi. Bunun iktisattaki basit ifadesi şudur: Pazarda tüketici hâkimiyeti vardır.
İşte bu gerçekle klasik iktisat masalının sonu gelmişti. Onlar piyasada belirleyici olanın sadece ve sadece işadamının ya da kapitalistin davranışları olduğunu düşünürken şemsiye birden bire tersine dönmüştü. Üretim olgusu ve alışveriş ilişkisi tüketicilerin eylemleriyle belirleniyordu. Klasik iktisat kendi gerçeğini üretici teorisi üzerine kurmuşken, şimdi “marjinal iktisat” kendi gerçeğini tüketici hâkimiyeti teorisi üzerine kuruyordu. Tüketiciler sonuçta herkesti – bir kapitalist veya işçi bile tüketiciydi. Klasik iktisat Marx’ın deyişiyle burjuva teorisiydi, ama “marjinal teori” herkesin ve her şeyin teorisi idi; bir sınıfa bağlı değildi.
İktisat, bu teori sayesinde bir anda iş dünyasına kendisini dinletebilen bir bilim olmuştu. İşadamının artık iktisatçıya değil, tüketicilerin davranışlarını etkileyebilecek kişilere ihtiyacı vardı. Reklamcıya, kalite kontrolcüsüne, halka ilişkiler uzmanına, satıcıya, pazarlamacıya, muhasebeciye ve finansçıya ihtiyacı vardı – ama asla bir genel teorisyen olan iktisatçıya değil.
İktisatçılar hayatın basit kurallarını genel yasalar üzerinden anlamaya başlayınca aşırı pozitivizm yanlıları iktisadın rengini değiştirmeye kalkıştılar. Marjinal değer teorisini siyasî, felsefî, tarihî ya da psikolojik olarak açıklamaya çalışmak, matematiksel mantıkla açıklamaya çalıştıklarında iktisadı grafikler, istatistik bilgiler ve deneyler ele geçirdi. Böylece William Stanley Jevons, Alfred Marshall, Irving Fisher, Vilfredo Pareto, Francis Y. Edgeworth, Paul A. Samuelson ve Milton Friedman gibi belli başlı iktisatçılar iktisadın metodolojisini değiştirmiş oldular.
İktisatçılar iktisada pozitif bilim süsü vererek ve tıpkı fizik, kimya ve biyoloji bilimlerinde oluğu gibi kendilerine ödüller vererek (Nobel ve John Bates Clark gibi) kendi meslekî onurlarını yükseğe çıkardılar. İş dünyasının yeniden gözüne girmeye başladılar. Bunlara 19. yüzyılın başından itibaren iş dünyasının en büyük girişimcisi olan devlet de dahildi. Keynesyen iktisat bu süreci hızlandırdı ve ekonomi biliminin esas uğraş konusu olan “mikro ekonominin = catallaxy’nin = piyasa teorisi veya mübadele bilimi”nin yerine devletin hoşuna giden “makro ekonomiyi = müdahaleci ekonomi bilimi”ni yürürlüğe koydu. İktisatçılar artık kamu kurumlarında aşırı istihdama kavuşmuşlardı. İş hayatında aşırı devletleşmenin olduğu bir dönemde iktisatçılar özel şirketler yerine devlet dairelerinde iş imkânı yakaladılar. Merkez bankasında, hazinede ya da maliye bakanlığında iş bulan iktisatçılar grafiklere ve matematiksel mantığa ihtiyaç duymaya başladılar.
Keynesyen dönemin en büyük getirisi iktisatçılar için saygın bir istihdam sağlamış olmasıydı. Lakin hiçbir ağaç sonsuza kadar büyüyemez. Dolayısıyla iktisatçıların iş bulma imkânının da bir sonu vardı. Ekonomi yeniden marjinal değer teorisini çalıştırmaya başladı, kararı yine tüketiciler veriyordu. İktisat metasının tüketicileri “bizim müdahaleci iktisatçılara, yani makro ekonomiye değil, iktisadın basit evrensel kurallarını bilen iktisatçılara ihtiyacımız var” diyorlardı. Keynesyen ekonomi bir anda gözden düşmüştü. Tüketiciler 1980’lerden sonra merkezî ekonominin aslında refah dağıtamadığına, refahı yaratanın gerçekte genişleyen özgürlük ortamı, yani serbest piyasa ekonomisi olduğunu anlamaya başladılar. Artık iktisatçıların devlet kapısında ekmek aramaları zorlaşmıştı.
Bizler, yani bu ara dönemin iktisat öğrencileri ise eğitimi müdahaleci ekonomi bilimi üzerine okurken, yaşam serbest piyasa üzerine akmaya başlamıştı. Borsalar, bankalar, kredi kartları, tüketici davranışları, finansal konular, satış teknikleri, reklam ve pazarlama gibi konular makro ekonominin değil, aslında insan eylemleri bilimi olan iktisadın konusuydu. İşler arapsaçına dönmüştü. İş dünyası insan eylemleri bilimi olan iktisadı bilenlere ihtiyaç duyarken, karşılarında sadece devlet için, yani maliye politikaları için iktisat öğrenenler vardı. Bugün olan durum da budur.
Fakat iş dünyası iktisatçılardan yanlış bir şeyi istemekte hâlâ ısrar ediyor: Geleceğin bilgisini. İktisatçılardan fiyatların gelecekte nasıl bir seyir izleyeceğini, kârlı pazarların nerelerde bulunduğunu tahmin etmelerini istiyor. Kapitalistlerin ve işverenlerin çözemedikleri sıkıntılı konu budur. Gerçi iktisat kanunları kimi durumlarda teorik açıdan pratik yaşamdan daha önde olabilirler. Nitekim iktisat bu sayede önce teorisini kurmuş ve pratiğini aşan bir bilim olmuştur; bu anlamda çok ilgi çekicidir. Ancak işadamları genel ve basit iktisat kanunlara hâkim olmadıklarından iktisatçıdan girişimci ve kâhin olmasını isterler. Oysa iktisatçı asla bir girişimci ve kâhin değildir. O olsa olsa iktisadın basit ve genel kanunlarını iyi bilen ve bunu sıradan insana anlatabilecek yetenekteki kişidir. Bir iktisatçı asla bir malın fiyatını tamı tamına bilemez. Girişimcilik yetisine sahip olmadığı için herhangi bir malın piyasada satıp satmayacağını da bilemez. İktisatçı için gelecek bilinebilir bir şey değildir. Bilinir olan şey sadece geleceğin bilinemez olmasıdır. Girişimcinin buradaki tek farkı çoğunluktan bir adım önde olmasıdır. Girişimci öngörülerinin doğru çıkması sayesinde diğerlerinin aklına gelmemiş bir fikri piyasada tüketicilere kabul ettirme kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda atak ve cesurdur. Kapitalistin girişimciye, girişimcinin de sermaye sahibine ihtiyacı vardır.
İktisatçının burada söyleyeceği şey açıktır: Gelecek belirsizdir, fiyatlar bilinemez ve girişimcilik piyasadan satın alınacak bir meta değildir. Girişimcilik sadece sermaye ile beraber icra edilecek bir şeydir. Girişimci asla iktisadın uzmanlarından tavsiye alacak kadar öngörüsüz değildir. Girişimciye kâr getiren şey, geleceğin tüketici ihtiyaçlarını herkesten önce görmesi ve bunları mal olarak piyasaya ilk süren kişi olmasıdır. Zira girişimci tek bir şeyden korkar: Tüketicinin bu mallara ilgisizliğinden. Eğer tüketici bunları talep etmezse girişimcinin vay hâline. O artık bir müflisten (iflas etmiş kişiden) başkası değildir.
İktisat tarihi aslında başarılı değil, başarısız işler üzerine kuruludur. Bu tarih içerisinde girişimcilerin başarısızlıkları normal karşılanır, işadamlarının kaybettikleri sermayeler piyasada başka kişilerin ellerine geçer ve buhranlar devlet adamlarının iktisat yasalarını görmezden gelerek uyguladığı politikalar yüzünden çıkar. İşte iktisatçıya en çok burada güvenebiliriz. İktisatçı karşılıksız para basımı yüzünden kullanılan aşırı kredinin krize yol açacağını bilir. Bunu bilmesinin tek bir nedeni vardır. O da iktisadın basit evrensel ilkelerinin çiğnemeyeceğini bilmesidir. İktisatta buna, iş çevrimi teorisi denir. Fakat bu buhranın ne zaman patlak vereceğini iktisatçı asla bilemez. O krizin olacağını bilir, ama bunun zamanını ve süresini bilemez. Zamanı ancak diğer şartlar, yani tüketicilerin davranışları ve politik beklentiler belirler. Yoksa iktisatçı borsadan alacağı bir tüyo ile zengin olacak değildir. Borsanın içine sızmış biri bile olsa kâğıtları kaybetmeye yakındır. Bu iş bugün olmasa bile yarın muhakkak olacaktır.
Asıl olan iktisatçının haddini bilmesidir. İktisatçı teori ile pratiğin iç içe geçtiği kişidir. O hem işadamlarına hem de devlet politikalarını belirleyen kişilere iktisadın genel yasalarına göre davranmaları gerektiğini söyleyen kişidir. O, iktisat hakkındaki bilgisini hem bugünkü nesiller hem de gelecek nesiller için diğer iktisat cahillerine aktarmak zorundadır. Zira sermaye asla havadan yağmur gibi yağmaz; doğal bir kaynak da değildir. Sermaye doğru iktisat yasalarınca ortaya çıkar, gelişir ve bollaşır. Kötü günler için gerekli olan ihtiyaç akçeleri şeklinde tasarruf edilmeye mahkûmdur. Sermaye asla refah devletlerinin çarçur ettiği şekilde sürekli dağıtılacak bir mal değildir. O daima girişimcilere ihtiyaç duyar. Girişimci de serbest piyasada iş gören, özgür düşünceli ve risk alan kişidir. Serbestlik, özel mülkiyet ve toplumsal güvenlik ister. Böylece girişimci öngörüleri sayesinde sermayeyi sürekli olarak daha verimli ve etkin kullanılan noktalara taşır. Böylece bu çark döner durur. Sermaye, artan nüfus artışına karşılık vererek toplumdaki kötü şeyleri – kıtlığı, açlığı ve işsizliği – geride bırakır. Mises’in İnsan Eylemi’ndeki uyarıcı ama etkili sözleri ile konuyu aydınlatırsak:
Şartların bugünkü hâliyle, her zeki insan için iktisattan daha önemli bir şey yoktur. Kendi kaderi ve torunlarınınki risk altındadır. İktisat düşüncesinin yapısına çok az kişi önemli fikirler kazandırabilir. Ancak, tüm aklı başında insanlar kendilerini iktisadın öğretilerine aşina kılmak üzere davet edilir. Çağımızda bu başlıca yurttaşlık görevidir. Hoşlansak da hoşlanmasak da, iktisat küçük bir uzmanlar ve bilginler grubunun erişebileceği bir bilgi dalı olarak kalamaz. İktisat toplumun temel meseleleriyle ilgilenir; herkesle alâkalıdır ve herkese aittir. Her vatandaşın temel ve uygun çalışma konusudur. (… ) İktisat bilgisi yapısı insan uygarlığı yapısındaki esas unsurdur; son üç asrın modern sanayileşmesinin ve tüm ahlâkî, entelektüel, teknolojik ve tedavi edici başarılarının üzerine inşa edildiği zemindir. Bu bilginin kendisine sunduğu zengin hazineyi uygun kullanıp kullanılmayacağı veya kullanılmadan öylece bırakıp bırakmayacağı insanlara kalmıştır. Ancak, eğer ondan en iyi şekilde yararlanılmaz ve iktisadın öğretilerini ve ikazlarını göz ardı ederlerse, iktisadı feshedemezler; toplumu ve insan ırkını yok edeceklerdir. (ss. 825-831)
Türkiye bugün eğitim reformunu gerçekleştirirken seçmeli ders olarak bile iktisat bilgisine tenezzül etmemiştir. İktisat aşağılanmıştır. Oysa iktisat, insan varoluşunun en hayatî yapı taşıdır. Bu bilgi türü olmadan, toplumun ortak yanlışları devam edecektir. Amerika’nın kurucu babalarından olan ve onu dünyanın en müreffeh ülkesi yapmak isteyen Benjamin Franklin, Amerikan ulusal meclisinde şöyle demişti: “Deniz fenerleri kiliselerden daha faydalıdır.” O zaman, insanın varoluşuyla ilgili sorunlarla uğraşan iktisada en azından din dersi gibi metafizik konulardan daha fazla değer verilmeliydi. Bugün ve hemen şimdi ülkemizde iktisat en acil şekilde öğretilmesi gereken konu olmalıdır.
Comments