Fırat Kaan Aşkın - 03.02.2023
“Eğer insanlar melek olsalardı, devlete ihtiyaç duymazlardı” derler. Gerçek şu ki insanların melek olmamasından dolayı devlet de bu kadar tehlikeli ve kötücüldür.
Kötülük, bir değer değil, bir yokluk ve olumsuzlamadır; kötülük iktidarsızdır ve bizden zorla almasına göz yumduğumuzdan başka hiçbir güce sahip değildir. Kötülüğün kazanmak için ihtiyacı olan tek şey iyi insanların rızasıdır. Çoğu insan iyi ve naziktir. Türdeşlerini kontrol etmek, incitmek veya gasp etmek istemezler. Bununla birlikte, bu kötülükleri birincil amaç olarak edinen bir azınlık var. Devlet teorisi geliştiren statükocuların savunduğu şey, devletin barışçıl çoğunluğu şiddet uygulayan azınlığa karşı koruyacağıdır, ancak gerçek esasen bunun tam tersidir. Tarih boyunca devletler her zaman başkalarını kontrol etmek, incitmek ve gasp etmek isteyenler tarafından tesis edilmiş veya ele geçirilmiştir. Bunu iyice düşündüğünüzde gerçekten şaşırtıcı değildir. Bu tür faaliyetlerde bulunmak istemeyenler, devletin gücünü aramaya ve sömürmeye çok daha az heveslilerdir. Güç isteyenler, manyetizma misali devlete ve devletin tiranlık ve baskı potansiyeline çekilirler. Devlet ve tüm kurumlarının, iktidarı sadece bir güç göstergesi olarak arzulayan insanları kendine çekme eğiliminde olduğu kolaylıkla ispatlanabilir. Bu tip insanların büyük çoğunluğu dengesizdir, başka bir deyişle delidirler. Tarihteki en berbat, şeytanî ve habis insanları düşünün. Listenizde kimler var? Muhtemelen çoğunluk diktatörler, krallar, tiranlar, politikacılar ve bürokratlardan oluşuyordur. Bir devletin gücüne sahip olmadıkları sürece, bireylerin başkalarına zarar verme kapasiteleri doğal olarak sınırlıdır. Tarihin en başarılı seri katili bile cinayet sayısı bakımından, nispeten barışçıl bir devletin eline su dökemez.
Joseph Stalin gibi soykırımcı bir sosyopat, yalnızca bir köşker ve sonradan bir banka soyguncusu olarak en fazla hangi kötülükleri gerçekleştirebilirdi? Ancak o milyonlarca insanı donlarına kadar gasp etmeyi, kıtlık içinde aç bırakmayı, hem içeride hem dışarıda en aşağılık tecavüzlerle yağmalamayı ve öldürmeyi başardı çünkü kontrolünü ele geçirebileceği bir devlet vardı. Bir devletin insanları kötü hırslardan koruyacağına inananların iyi niyetliliklerine rağmen, tiranlık makinesinin üretilmesi bir devlet yaratarak başarıldı. Soykırımlar daima, bazı bireylerin diğerlerini -hukukî dayanaklarla- yönetmesi için yetkilendirerek mümkün olmuştur. Tarihin en kötü vahşetine izin verilmesi, hoş görülmesi, hatta hukukî, faydalı ve haklı olarak kabul edilmesi, öncelikle bireylerin öz sahiplikleri inkâr edilerek gerçekleşir. Devletlerin vadettiği çok fazla emniyet, iyilik, istikrar ve kusursuzluk defalarca tanık olduğumuz üzere artık en tehlikelisidir. Kendisinden öte sizin iyiliğinizi düşünenler kadar sahtekârı ve zararlısı yoktur. Devletlerin ve birliklerinin bizi güvende tutmak için yürüttüğü amansız mücadeleleri sırasında kaç masum insan gereksiz yere ölmüştür?
Bazı insanların her zaman diğerlerini kontrol etmeye, incitmeye ve gasp etmeye çalışacağı doğrudur. Mutlak güç mutlaka yozlaştırmaz, yozlaşmaya yatkın kişileri mutlaka kendine çeker. Bir devletin onları durdurabileceğine inanmaksa bir yanılgıdır ve hatta bunun yerine, onları güçlendirecek, suçluluklarını kurumsallaştıracak, kötülüklerini yasallaştıracaktır. İnsanlar melek değiller, öyleyse neden onlara bir devletinki kadar baskıcı ve yıkıcı bir güçle donatıldıklarında güvenelim ki?
Devletlerin tam karşısında amansız bir şekilde cephe alan Anarşizm, kelimenin tam anlamıyla, insanın kötülük yapma kapasitesini anlayan ve bunu anlamaya yardımcı olarak barışa aracılık eden tek ideolojidir. İnsanlara gönüllü ilişkiler konusunda güvenilemiyorsa, şiddetle finanse edilen mega tekelin inşası için de güvenilemez. Devlet ve Anarşi dilemmasına, bu konudaki en iyi dedüksiyona sahip Frédéric Bastiat’nın şu sözüyle değinmek makul olacaktır:
İnsanlığın doğal eğilimleri, insanların özgür olmasına izin vermek güvenli olmayacak kadar kötüyse, nasıl oluyor da bu yöneticilerin eğilimleri her zaman iyi oluyor? Yasa koyucular ve onların atanmış temsilcileri de insan ırkına ait değil mi? Yoksa kendilerinin insanlığın geri kalanından daha kaliteli bir balçıktan yapıldıklarına mı inanıyorlar?
Baskı, Şiddet ve “Saldırmazlık İlkesi”
Geçenlerde, bir kişinin başka birini iş kollarıyla ilgili belirli seçimler yapmaya zorladığı iddiasını içeren bir tartışmaya katıldım. Detaylar ya da kimliklere önem atfetmeden baskıcılığı neyin oluşturduğu konusuna liberteryen perspektiften değinmek istiyorum.
Bence, herkesin dili istediğimiz kadar açık ve eksiksiz olarak kullanmadığını hatırlamak önemlidir. Liberteryenler için, “zorlama” kavramı ve tanımı, felsefemizin temeli olarak hizmet eden saldırmazlık ilkesinin (NAP) merkezinde yer alır. Ancak diğerleri için “zorlama”, fiziksel şiddetin dışında ve ötesinde her türlü etki ve teşviki içerebilen oldukça genel bir kelimedir.
Kar yağışının daha yavaş sürmeye zorladığı, bir bardaki kalabalığın başka bir yere gitmeye zorladığı ya da eşlerin yeni bir restoran denemeye zorladığı söylenebilir. Kararlarımızı etkilemeye hizmet edebilecek sayısız durum ve gerçeklik unsuru vardır ve bunlara direnmek zor olduğu için “zorlama” gibi gelebilir. Ben de bir liberteryen olarak, zorlama terimini daha dar bir anlamda, yani onu yalnızca zorlamanın kullanıldığı ve bu tür bir baskının şiddet kullanımını veya şiddet tehdidini içerdiği durumlar için kullanıyorum. Şiddetli bir misillemeyle karşı karşıya kalmadan seçim yapabileceği hiçbir duruma uygulamıyorum ki şiddet, kişinin yaşamına, özgürlüğüne veya mülküne karşı istenmeyen herhangi bir güç girişimini içerir.
Zorlama/baskı kavramlarında belki de bir miktar gri alanın olduğu yer (hatta bazı liberteryenler arasında bile), belirli bir seçime yönelik tehdit altındaki tepkinin şiddet içermediği, ancak yine de seçiciyi belirli bir seçim yapmaya zorlanmış hissetmesini sağlamak için yeterince yıkıcı bir teşvik işlevi gördüğü zamandır. Bu tür durumlar, kişi belirli bir yolu seçerse bazı özel bilgileri açığa çıkarma tehdidi içerebilir. Ayrıca, sevginin veya ilginin esirgenmesini, devam eden bir finansal düzenlemenin askıya alınmasını veya misilleme olarak görülebilecek diğer bazı eylemleri de içerebilir. Liberteryen perspektiften ilgili soru, tehdit altında olan tepkinin, tehdidi oluşturan kişinin durumun ayrıntılarından bağımsız olarak gerçekleştirme hakkına sahip olduğu bir eylem olup olmadığıdır. Herhangi bir nedenle bazı bilgileri ifşa etme, sevgilerini esirgeme veya devam eden bir finansal düzenlemeyi feshetme hakları varsa, bu tür sonuçların potansiyelini başka bir kişinin seçimini etkilemek için bir teşvik olarak kullanma hakkına sahiptirler. Bu tür durumlar, baskı veya zorlama değil, ikna etme örnekleridir. Zorlama ve iknayı birbirine karıştırmaya çalışmak, devletçi felsefenin bir özelliğidir ve liberteryenler bundan dikkatle kaçınmalıdır.
İnsanları ve özellikle kendini liberteryen olarak tanımlamayı seçenleri mümkün olduğunda kesin bir dil kullanmaya ve hem kendi yaşamlarında hem de tartışmalarında şiddet içermeyen teşvikler ile gerçek zorlama arasında bilinçli bir ayrım yapmaya özendirmek isterim. Devletin zorlayıcı doğasını ortaya çıkarmada başarılı olacaksak, zorlamayı -örneğin vergilendirmeyi- neyin oluşturduğunu ve neyin oluşturmadığını anlamalı ve doğru bir şekilde tanımlamalıyız. İnsanlara karşı baskı ve şiddet girişimlerinin ve onların mülkiyetindekileri gasp etmenin yanlış olduğunu anladığımızda liberteryen oluruz. Bu konuda hiçbir istisnanın olmadığını, olamayacağını anladığımızda da anarşist oluruz ve bu, hayatlarımızı hak ettiğimiz şekilde yaşamamız için bize güç ve gerçeklik kazandırır.
Devredilemez Haklar ve Saldırmazlık İlkesi
Saldırmazlık ilkesi (NAP), hakların devredilemez olduğu görüşüyle tutarlıdır. Saldırıya uğramama hakkının devredilemez olduğunu kabul edersek, intikam ve cezalandırma kaçınılmaz olarak yasaklanmış olur. Bu tür bir yasaklama saldırmazlık ilkesiyle tutarlıdır, çünkü bu cezalandırıcı eylemler saldırganlığa (öz savunmada olduğu gibi) doğrudan bir yanıt değil, saldırganın maruz bıraktığı geçmiş kötü eylemlere dayanılarak haklı gösterilmeye çalışılan ayrı cebrî eylemlerdir.
Öz savunma, şiddetin başlatılması değildir, çünkü saldırgana zarar vermek için değil, saldırganlığını sona erdirmek için tasarlanmış tepki gösteren bir güçtür. Özel mülke izinsiz giren bir kişinin izinsiz girişini sona erdirmek için böyle bir tahliye gerekli olduğundan haklı olarak tahliye edilebilir, ancak bu kişi haklı olarak kaçırılıp köleleştirilemez. Öz savunma, kişinin başkalarına saldırmasının bazen kabul edilebilir olmasından dolayı değil, başkalarının kendisine saldırmasını engellemenin her zaman haklı olmasından dolayı meşrudur. Bu hem ilk saldırganlığa karşı direnirken hem de intikamcı saldırganlığa karşı direnirken aynı derecede geçerlidir. Bir adım daha ileri giderek, saldırmazlık ilkesinin yalnızca devredilemez haklara ilişkin mutlak bir görüşle tutarlı olduğunu değil, aynı zamanda tutarlı kalmak için böyle bir görüşü gerektirdiğini öne sürüyorum. Eğer haklar devredilebilir ise, haklara sahip olmayan bir bireyin var olması mümkündür. Eğer böyle bir durum mümkünse, saldırmazlık ilkesi artık yeterli değildir. Bunun yerine, “kendilerine karşı güç kullanılmamasını isteme hakkına sahip olanlara karşı güç kullanmak asla haklı olamaz” dememiz gerekir.
Saldırmazlık ilkesi, tam olarak anlaşıldığı üzere, bireylerin kendilerine karşı şiddet başlatılmaması gibi devredilemez hakları olduğu için, şiddeti başlatmanın asla haklı olmadığını söyler. Bu, hem aziz hem günahkâr için eşit derecede geçerli olan evrensel bir gerçektir. Geçmiş kötü bir eylem bir kişinin haklarını elinden alabilseydi, her bireyin kendini haklarından ve saldırmazlık ilkesinin korumasından mahrum bulması an meselesi olurdu.
Devredilemez olmayan haklar gerçekte hak değildir, sadece iptal ve ihlale tâbi geçici korumalardır.
Saldırmazlık ilkesinin, güç kullanımı ile savunma amaçlı güç kullanımı arasında yaptığı ayrım, bizzat saldırmazlık ilkesini ihlal etmiş olan herkese karşı şiddet kullanılmasına yönelik açık uçlu bir izin belgesi değil, aktif ve süregelen saldırganlığı sona erdirmek amacıyla geçici olarak asgari düzeyde güç kullanımına yönelik çok dar bir izin belgesidir. Öz savunma meşrudur. İntikam amaçlı saldırganlık meşru değildir.
Saldırmazlık İlkesi Akıl ve Mantıktan Türemiştir
Mantığın olmadığı yerde özgürlük, özgürlüğün olmadığı yerde mantık aranmaz. Özgürlüğün teminatı olan saldırmazlık ilkesi de bir tanrı tarafından aktarılan veya antik kalıntılarda keşfedilen sihirli ya da mistik bir ahlâkî kod değildir; mantık ve akıldan türetilmiştir. Yalnızca birey, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkalarına yapmaktan kaçınmak için akıl ve özdenetim güçlerini birleştirmiştir. Bireyler, sürekli bir çatışma olmadan her istediklerini yapma hakkına sahip olamazlar ki mesela hayatta kalma hakkınızla çatışmaya girmeden sizi öldürme hakkım olamaz. Bu barış içinde bir arada yaşama hedefi, insanların başkalarının eşdeğer özgürlüklerini ihlal etmeden mümkün olan maksimum özgürlüğe sahip olmalarını gerektirir.
Saldırmazlık ilkesi bu gerekçenin peşinde şekillenir. Fiziksel savaşlardan kaçınmak için, öz sahipliğe saygı gösterilmeli ve maddi mallar üzerindeki savaşlardan kaçınmak için de öz sahiplikten türeyen mülkiyet hakkına saygı gösterilmelidir. Böylece “insanları incitme ve eşyalarını alma” ilkesine ulaşıyoruz. Dolayısıyla, herkesi rahat bırakmaya çalışan insanlar, yalnızca kendilerini herkese dayatmaya çalışanlar için bir tehdittir. Retorik değil, gerçek. Daha serbest bir standart, evrensel olarak uygulanamaz ve daha kısıtlayıcı bir standart, mağdursuz eylemlere karşı yasakların üçüncü taraflarca uygulanmasını, dolayısıyla baskıyı gerektirir.
Saldırmazlık ilkesi, her durumda tüm insanlara barışçıl ve evrensel olarak uygulanabilecek tek ahlâkî kod veya davranış standardıdır. Sırf bu nedenle bile desteklenmeye değerdir.
Özgürlüğün Doğası
Özgürlüğü “kurabilecek” veya “koruyabilecek” hiçbir siyasî sistem veya yapı yoktur. Bunun nedeni oldukça basittir: Herhangi bir “sistem” zorunlu olarak bireyden güç ve yetki almayı ve bu çalınan otoriteyi bir şekilde kolektiviteye vermeyi gerektirir. Eğer sistem bunu yapmasaydı, bu bir sistem değil, bir sistem eksikliği olurdu.
Özgürlük belirli bir şeyin varlığı değil, çok spesifik bir şeyin yokluğudur: Şiddetin başlatılmasının. Özgürlük bağımsızca yaşamak ve mülk edinmekten müteşekkil doğal haklarınızın ihlal edilmediği anlamına gelir; bu, kimseden bir şey aldığınız anlamına gelmez. Kesin olarak bilebileceğiniz tek şey, devletle ne zaman etkileşime girseniz birinin haklarının ihlal edildiğidir. Devlet ya sizin haklarınızı ihlal ediyor ya da sizin sözde menfaatiniz için başkasının haklarını ihlal ediyordur. Devlete aslında hiç gerek yoktur. Özgürlük zaten insanın isteyerek, yani istencini (iradesini) harekete geçirerek kendisine yasa koymasından (otonomi; oto: kendi, nomos: yasa) başka bir şey de değildir. Bu yasa da en yalın hâliyle saldırmazlık ilkesidir.
“İyi hükümet” veya “minimal devlet” kavramları birer oksimorondur. Bir devletin salt varlığı, en azından varlığını sürdürmek için birinin mülküne el konulmasını gerektirir. Bunun ötesinde, başka bir bireyin doğal haklarını doğrudan ihlal etmeyen herhangi bir eylemin suç sayılmasının kendisi de doğal hakların ihlalidir. Elbette, sözde “kurbansız suçları” hayal etmenin doğasında var olan deliliğe ek olarak devletin bireylere yüklediği her türlü olumlu talep (ödev ve yükümlülükler) kaçınılmaz olarak zorbacadır, tiranlıktır. Varsayımsal olarak iyi bir devlet potansiyeline inanan minarşistler bile, var olan tüm devletlerin suç tekeli niteliğini kabul etmelidir. Suç örgütlerinde reform yapılamaz, yıkılmaları şarttır. Dolayısıyla liberteryenlerin radikal olmamaları için hiçbir mazeret yoktur.
Bir dakikalığına düşünün: Tüm zorunlu vergiler, ücretler, kayıtlar, ruhsatlar, izinler, testler, standartlar, denetimler, etiketler, fiyat kontrolleri, bordro kontrolleri, bina yönetmelikleri, defter tutma, kıyafet kuralları, sokağa çıkma yasakları ve hükümet tarafından dayatılan diğer talepler her bireyin sahip olduğu doğal hakların korkunç birer ihlalidir. Hiç kimsenin başka bir kişiyi bir şey yapmaya zorlama hakkı yoktur (bu pozitif bir taleptir). Herhangi birinin başkalarına haklı olarak dayatabileceği tek şart, şiddeti başlatmaktan kaçınmalarıdır. Bu kadar. Tek bir meşru yasa vardır; sadece bir meşru ahlâkî emir: Şiddetin başlatılmasına karşı mutlak bir yasak.
Gerçek özgürlük için neye ihtiyacımız var? Bağımsızca yaşamak ve mülkiyet edinmekten ibaret doğal haklara mutlak saygı duymaya, şiddetin başlatılmasına karşı tek evrensel yasak olan saldırmazlık ilkesine geniş çapta bağlılığa, ve yağmacı baskıcılıktan oluşan devletin tamamen lağvedilmesine ihtiyacımız var.
Bu ihtiyaçlar ve uğurlarındaki mücadeleler, Murray Rothbard’ın aktardığı şu hayal ve öğreti ışığında tüm dünyanın yararınadır:
コメント