top of page

Sahipliğin A Priori’si ve Kant’ın Mülkiyet Anlayışı

Marcus Verhaegh - 09.09.2004

Kant'ın heykeli

1724 ile 1804 yılları arasında yaşamış olan Immanuel Kant, klasik liberalizm ve liberteryenizm için son derece önemli bir kaynaktır. Kişi, liberteryen ilkeleri türetmek için Kant’ın yalnızca ahlâkın temellerine ilişkin açıklamalarını esas almak zorunda değildir: Ayrıca Kant’ın özellikle kendine has siyaset felsefesi de paternalist hükümete karşı çıkarken bireyin mülkiyet haklarını merkeze alan klasik liberal bir damardan beslenir.


Kant’ın mülkiyet haklarına ilişkin açıklaması, insan aklı perspektifinden, herkese ait olanı nasıl belirlediğimizi ve başkalarına ait olanı almanın neden yanlış olduğunu açıklamakta faydalıdır. Kant böylelikle Aristoteles, Thomas Aquinas ve John Locke’un doğal hukuk açıklamalarına benzer bir hizmet sunmaktadır.


Bununla birlikte, Kant’ın mülkiyet haklarını temellendirirken Newton sonrası, post-onto-teistik ahlâkî argümantasyon yöntemleriyle daha uyumlu bir insan aklı kavramına dayanması oldukça önemlidir. Kant açıklamasını ne doğal nesnelerin amaçlarına ilişkin sözde bilgiye ne de Tanrı’nın varlığına ilişkin sözde bilgiye dayandırır. Bunun yerine Kant bizi bu dünyadaki insan varoluşunun evrensel koşullarına yönlendirir.


Kant öz sahiplik kavramını ortaya atmaz. Metaphysik der Sitten (Ahlâk Metafiziği, 1797) adlı eserinde Kant, her bireyin doğuştan gelen tek bir hakka, yani özgürlüğe sahip olduğunu iddia eder. Kişinin keyfî olarak baskıya ve zor kullanımına maruz kalmaması bu haktan kaynaklanır, öz sahipliği kapsayan bir mülkiyet hakkından değil.


Özgürlük (bir başkasının tercihi doğrultusunda kısıtlanmaktan bağımsızlık), evrensel bir yasaya uygun olarak diğer herkesin özgürlüğüyle bir arada var olabildiği ölçüde, insanlığı gereği her insana ait olan tek özgün haktır.¹

Mülkiyet hakları, kesin konuşmak gerekirse, doğal haklar değil, edinilmiş haklardır. Öz sahiplik meselesinin ortada olmadığı bir durumda, kişinin dünyadaki şu ya da bu nesneye doğal olarak sahip olduğunu söylemek tuhaf olur. Mülkiyetin ortaya çıkması için sizin ya da bir başkasının bir eylemi gereklidir. Böylelikle, kişinin belirli bir şey üzerindeki hakkı doğal değil, edinilmiş olur.


Aynı zamanda, kişinin başkalarının mülküne nasıl davranacağını nihai olarak belirleyen hukuk, koşullara bağlı olmayıp doğal bir hukuktur.


Herhangi bir eylem, evrensel bir yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğüyle bir arada var olabiliyorsa ya da maksimi itibariyle herkesin tercih özgürlüğü evrensel bir yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğüyle bir arada var olabiliyorsa doğrudur/meşrudur.

Dışsal bir şey başlangıçta yalnızca medeni bir koşul fikrine uygun olarak edinilebilir...

Bu iki alıntıdaki sırasıyla hak yasası ve âdil/meşru edinim yasası a priori’dir ve bu anlamda “doğanın hukuku”dur. Dolayısıyla bu, mülkiyet haklarının doğal haklar olduğu anlamına gelmektedir.


Ancak burada bile Kant’ın “klasik” ya da Thomistik doğal hukuk teorisinden büyük bir kopuş gerçekleştirdiği akılda tutulmalıdır. Kantçı doğal hukuk nihai olarak rasyonel varlığın aklına ve rasyonel bir varlığın tutarlı bir şekilde irade gösterebileceği ve niyet edebileceği şeyleri, bu türden olası tüm varlıkların eylemleri için bağlayıcı bir ilke olarak kabul etmeye dayanır. Başka bir deyişle, bu tür bir hukuk Kant’ın doğrudan doğanın içinde bulunmayan ama her insanın kalbinde atan meşhur “Kategorik İmperatif” ilkesine dayanır.


İkinci olarak, Kant’ın Lockeçu ilk mülk edinim açıklamasını reddettiğine dikkat edilmelidir. Kant, bireysel olarak sahip olunmayan malların bireyler tarafından edinilebileceği konusunda Locke ile hemfikirdir ancak anlaşmazlığa düştüğü nokta, bireyin doğadan malları nasıl elde edeceğiyle ilgilidir. Kant’a göre, Locke’un emeğin katılıp karıştırılması yoluyla edinim ilkesinin uygun bir temeli yoktur. “Bir toprak parçasının ilk işlenmesi, etrafının çit ve duvarlarla çevrilmesi ya da genel olarak dönüştürülmesi onun üzerinde hiçbir edinim hakkı sağlayamaz...”


Sahip olunmayan bir mala “emek karıştırmak” onu neden sizin yapar? Locke’un cevabı, edinimi temellendirmek için başka bariz bir seçenek olmadığı yönündedir, zira bir kişi edinim yapmadan önce bu edinime diğer herkesin rıza göstermesini tek tek talep edemez veya o kadar uzun süre bekleyemez. Eğer ağaçlardan meyve ya da kemiklerden et toplamadan önce ahlâkî gerekçelere dayanarak herkesin iznini beklemek gerekseydi, “ahlâklı” insanlar çoktan açlıktan ölmüş olurlardı.


Kant olayları tam olarak bu şekilde görmez. Kant’ın görüşüne göre, mülkiyet iddialarınızın tam anlamıyla geçerli olabilmesi için diğer herkesin rızasını almanız gerekir.


Rasyonel mülk sahipliği unvanı yalnızca a priorik olarak aynı mantıksal zeminde buluşacak (kaçınılmaz olarak birleşecek) herkesin iradesine bağlıdır...

Bununla birlikte, Kant “ikisinin arasında” bir mülkiyet türü ortaya koyar: Geçici edinim. Kişi, edinime dair rızayı mümkün olan en kısa sürede elde etmeyi amaçladığı sürece, başkalarının rızası olmaksızın doğadan geçici olarak mülk edinebilir.


Ayrıca kişinin doğadan mülk edinmeyi amaçladığına dair bir işareti de vermesi gerekir. Kant’a göre, söz konusu mallar aslında her zaman toprak/arazi olacaktır, dolayısıyla bu da çitler ve duvarlar inşa etmeyi, işaretler asmayı vb. gerektirecektir. Ayrıca, edinilen araziyi başkalarının tecavüzlerinden koruyacak bir kapasiteye de sahip olunmalıdır. Ancak -belirli gereklilikler ne olursa olsun- başkalarının rızasını almadan geçici olarak arazi edinmek mümkündür.


Kişinin amaçlaması gereken rıza, “sivil bir duruma” rıza göstermektir: Kişi araziyi her zaman “bir devlete” ve dolayısıyla o devletin yasalarına tâbi kılmak amacıyla doğal durumdayken edinmelidir. Bu bağlamda devlet, bağlayıcı yasalar altında bir araya gelmiş bireyler topluluğudur. Kant’ın terminolojisinde “hükümet” olarak adlandırılan şey ise başka bir şeydir: Yani devletin yöneticisidir. Yönetici, devletteki üç ana “otoriteden” biridir, diğer ikisi yasama ve yargıdır.


Kant’ın mülkiyet haklarına ilişkin açıklamasında dikkat edilmesi gereken üçüncü husus, bir devlet kurmanın iyi bir yolunun ne olduğuna ya da devletin gerçek veya varsayımsal kökenlerinin, daha sonra ortaya çıkan mülkiyet haklarını düzenleyen yasaların doğruluğu ve yanlışlığını nasıl etkilediğine ilişkin çok ayrıntılı bir açıklama sunmamasıdır.


Burada, kişinin mülkiyet iddialarını kesinleştirmek istiyorsa komşularının rızasını alması gerektiğini öğreniyoruz -görünüşe göre bu rıza onların mülkiyet iddialarından feragat etmeleri yoluyla elde ediliyor- ancak iki kişi aynı parsel üzerinde hak iddia ettiğinde ne olacağı konusunda pek bir şey öğrenemiyoruz. Görünüşe göre bu tür bir çatışmanın tarafları mümkün olan en kısa sürede bir anlaşmaya varmak için çok ciddi bir ödeve tâbidirler. Dahası, mümkün olduğunca çabuk bir çözüme ulaşılması için doğrudan taraf olmayanların da bir tür zorlama yetkisi vardır.


Ayrıca, her ne kadar bir tarafın neye razı olacağına karar verirken birçok faktöre ağırlık vermesi gerekse de, esas faktörün diğer tarafın kendi gücü (“askerî” güç) karşısındaki fiziksel gücüyle ilgili olduğu görülmektedir. Böylece, her iki tarafın da diğer tarafın arazi hak taleplerini kabul etmemenin kendilerine, diğerlerine ve bir bütün olarak insan medeniyetine verebileceği zararı göz önünde bulundurması gereken, ancak diğer tarafın şiddet kullanarak bu talepleri fiilen yerine getiremeyeceği durumlarda bu talepleri reddetmenin her zaman mantıksız olmadığını gösteren barış müzakereleri gibi bir çözüme ulaşırız.² (Kant’ın açıklamasından kişinin “uzlaşma ödevi” ile ilgili başka sınırlar da çıkarılabilir, ancak bu en dikkate değer olanıdır.)


Tüm bunlar bize belirli bir devlet içinde mülkiyetle ilgili süregelen çatışmalar hakkında ne söylüyor? Kral sizin toprağınızı yandaşları için isteyebilir -ya da en azından kral sizin ve komşularınızın daha önce “sizin toprağınız” olarak belirlediğiniz toprağı isteyebilir- ama siz onu elinizde tutmayı tercih edebilirsiniz. Yasama ve yargı kralın kararına uyarsa ne yapacaksınız? Mülkiyet iddiaları üzerindeki bu çatışma nasıl çözülecektir?


Kant’ın görüşüne göre, potansiyel mağdur toprak sahibi olarak yapabileceğiniz çok az şey vardır. Kant’ın kamuya dair görüşü, devlete karşı yalnızca pasif direniş gösterilebileceği yönündedir (yani, insanların hükümet tarafından kendilerine söyleneni yapmayı reddetmek için bir miktar hareket alanı vardır, ancak kimse hükümeti devirmeye çalışamaz veya başka bir şekilde ona karşı şiddet eyleminde bulunamaz). Bununla birlikte Kant, devlet yetkililerinin nasıl hareket etmesi gerektiğini düzenleyen ilkeler -doğal hukuk- olduğu konusunda çok nettir.


Fakat yine de, başlangıçta bir dizi anlaşmaya dayanan ve gittikçe daha geniş birey grupları tarafından tanınan bir mülkiyet hakkı varsa, ve buna rağmen bir devlet otoritesi üzerinde anlaşmaya varılmış olanın aksine hareket etmişse, bir yanlışın meydana geldiği yargısına kesinlikle varılabilir. Kant’a göre hükümet böyle şeyler yapmamalıdır. Aksine, hükümet iç ve dış saldırganlar karşısında önceden var olan (örneğin mülkiyet konusundaki) anlaşmaları uygulamak için vardır. Bu anlaşmalar, sosyo-ekonomik eşitliğin arttırılması ya da bireyin ahlâkî açıdan iyileştirilmesi gibi paternalist hedefler uğruna göz ardı edilemez.


Birey, başkaları için benzer bir özgürlükle çatışan hiçbir şey yapılmadığı sürece, kendisi ve mülkiyeti üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunmakta özgür olmalıdır; ve bu, bireyin gerçekleştirdiği eylemler toplumun gözünde ahlâka aykırı olsa bile geçerlidir.


Tözü bakımından birine ait olan dışsal bir nesne onun mülküdür (dominium), bu şeydeki tüm haklar (bir tözün ilinekleri olarak) ona aittir ve buna göre sahibi (dominus) istediği gibi tasarruf edebilir (ius disponedi de re sua).

Peki Kant’ın görüşünün değeri nedir?


En başından itibaren, Kant’ın görüşünde yer alan ve görüşün değerini azaltan bazı karışıklıklara dikkat etmeliyiz. Kant, “devleti” “bölgesel ulus-devlet” ile özdeşleştirme ve bu varlığa, toprak üzerindeki şiddetli çatışmadan barışçıl etkileşime geçmek için birbirleriyle müzakere eden bireylerin yatay anlaşmalarının üzerinde ve üstünde garip bir önem atfetme eğilimindedir. Örneğin Kant, ulus-devletin dinî inançları arasında bir dereceye kadar birlik olması gerektiğini ve ulus-devletin bozulmaz bir varlık olduğunu öne sürer.


Bununla birlikte, Kant’ın Locke’un ilk mülk edinim anlayışına güçlü bir alternatif sunduğu da söylenmelidir. Bu son derece önemlidir, zira Lockeçu mülkiyet haklarının şarta bağlı, faydacı gerekçeler dışında gerekçelendirilmesi zor görünmektedir. Örneğin, Lockeçu mülkiyet haklarının, bu haklara saygı gösterilmesinin ekonomik büyümeyi artırma eğiliminde olması nedeniyle haklı olduğu iddia edilse de, bu bize istenen düzeyde bir büyüme gerçekleştikten sonra nasıl ilerleyeceğimiz konusunda pek bir şey söylemez. Kolaylıkla yeni fayda hususlarının ve hesaplarının mülkiyet haklarına tam olarak saygı gösterme ihtiyacını ortadan kaldıracağı sonucuna varılabilir.


Bu tür bir sorun Kant’ta bu kadar kolay ortaya çıkmaz. Kant’ın açıklaması çok daha güçlü bir şekilde bireylere yönelik adalet meselelerine, özellikle de genel toplumsal “faydayı” veya “mutluluğu” neyin artırdığı sorusundan ayrı olarak insanlara âdil davranılması için evrensel koşulların tanımlanmasına yöneliktir. Ve Kant’ın açıklaması daha büyük ekonomik kalkınma sorunlarına odaklandığı ölçüde, insanlığın başarı yeteneğimizi ilerletme açısından gelişmesine, yani sonsuz bir göreve vurgu yapmaktadır.


Dahası, Kant’ın mülkiyete ilişkin görüşleri, modern çağın en büyük başarılarından biri olarak duran kapsayıcı bir ahlâk, estetik, antropoloji ve felsefî teoloji sisteminin içine işlemiştir.


O hâlde, potansiyel olarak, mülkiyet hakları konusunda Kant’a başvurduğumuzda, yalnızca mülkiyet taleplerinin belirlenmesi ya da ihlal edilmelerinin yanlışlığı hakkında bir şeyler öğrenmekle kalmayız: Aynı zamanda “herkesin kendine ait olanı korumasına izin verme”³ mücadelemizin anlamını daha iyi kavrayabiliriz.


Bu anlamın farkındalığı, devletçi bayağılık ve manevi ölüm zamanlarında hoş bir canlanma sağlar; ve yaratıcı eylemin hem üretici hem de tüketici kutuplarını erkin bilgi ile pekâlâ aydınlatabilir.


Dipnotlar:

1. Aksi belirtilmedikçe, tüm alıntılar Mary Gregor’ın tercümesi ve editörlüğü ve Roger Sullivan’ın takdimiyle yayınlanan Immanuel Kant, The Metaphysics of Morals’tan (Cambridge University Press, 1996) yapılmıştır.

2. Bkz. benim “Kant and Property Rights,” adlı makalem, Journal of Libertarian Studies, Vol. 18, n. 3.

3. Bu benim Metaphysik der Sitten’den kendi çevirimdir.

 

 


Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Mises.org sitesinde yayınlanan “The A Priori of Ownership: Kant on Property” başlıklı makalenin tercümesidir.
224 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page