David Gordon & Wanjiru Njoya - 02.02.2024
Murray Rothbard, 1967’de yazdığı “War Guilt in the Middle East” (Türkçe tercümesi için tıklayınız: Orta Doğu’da Savaş Suçu) adlı makalesinde liberteryenlerin özgürlük ilkeleri konusunda çok net olduklarını, ancak belirli olayların ayrıntıları konusunda ise pek net olmadıklarını ifade etmektedir:
Tabii şimdi, savaşın ve saldırganlığın temel nedenine ve devletin doğasına ilişkin bu tür bir kavrayış iyi ve güzeldir ve dünya durumuna ilişkin kavrayış için hayati derecede gereklidir. Ancak sorun şu ki liberteryen burada durma eğilimindedir ve herhangi bir savaşta veya uluslararası çatışmada neler olup bittiğini bilme sorumluluğundan kaçarak, herhangi bir savaşta tüm devletlerin eşit derecede suçlu olduğu sonucuna gerekçesizce atlama ve ardından konuyu ikinci kez bile düşünmeden işine devam etme eğilimindedir. (s. 21)
Belirli çatışmalarda neler olup bittiği hakkında bilgi sahibi olmak, büyük bir zaman ve çaba harcamanın yanı sıra ilgili tarihin sağlam bir şekilde kavranmasını da gerektirir. Walter Block ve Alan Futerman’ın The Classical Liberal Case for Israel adlı kitaplarında kendilerini adadıkları görev de budur. Yazarların amacı, öz sahiplik ve özel mülkiyete dayalı klasik liberal adalet ilkelerine atıfta bulunarak İsrail’i savunmaktır.
Yazarlar sadece İsrail’i savunmak için değil, özellikle klasik liberal ve liberteryen adalet ilkeleriyle tutarlı bir savunma sunmak için de yola çıkmışlardır. Mises’e atıfta bulunarak şunu sormaktadırlar: “O hâlde özgür bir toplumun temel taşı nedir? Cevap: Özel mülkiyet.” Dahası, Lockeçu bir öz sahiplik görüşünü benimseyerek şu soruyu da sormaktadırlar: “Peki özel mülkiyetin ardında yatan ve dolayısıyla özgür bir toplumu ayakta tutan temel ilke nedir? Cevap: Adalet.” İsrail’in topraklara adil bir şekilde sahip olma iddiasının kanıtı olarak sundukları M.Ö. 135’ten bu yana “kesintisiz bir veraset çizgisi” göstermeyi amaçlayarak İsrail topraklarındaki tapuların izini binlerce yıl önceki ilk edinime kadar sürmektedirler. “Toprağın yaklaşık 2000 yıl önce kendilerinden çalındığını ve İbranilerin sadece normal miras uygulamalarında ebeveynlerden çocuklara geçen mirası geri aldıklarını” iddia etmektedirler. (s. 300)
Romalılar bu toprakları yaklaşık iki bin yıl önce Yahudilerden çaldı; Yahudiler bu toprakları Araplara ya da başka birine asla vermedi. Dolayısıyla liberteryen teoriye göre Yahudilere geri verilmelidir. (s. 308)
Walter teşekkür yazısında Murray Rothbard’a duyduğu “büyük sevgi ve saygıdan” söz etmiş, ancak “Kendisiyle bu kitapta ele alınan konularda hemfikir değiliz” diye de eklemiştir. Her ne kadar The Classical Liberal Case for Israel’in büyük bir kısmı İsrail’in toprak mülkiyeti konusundaki tarihsel iddiaları ortaya koymaya ayrılmış olsa da, daha yakından incelendiğinde yazarların Rothbard ile en ciddi anlaşmazlıklarının örneğin Yahudilerin satın aldıkları topraklar için adil bir bedel ödeyip ödemedikleri (ss. 39-40) ya da İsrail Devleti’nin saldırmazlık ilkesini diğer devletlerden daha az mı yoksa daha çok mu ihlal ettiği (bölüm 3), Deir Yassin’de gerçekte ne olduğu (ss. 268-269), İngilizlerin bu anlaşmazlıkta ne derece suçlu olduğu (s. 254’ten itibaren) ve benzeri konulardaki anlaşmazlıklar gibi “herhangi bir savaşta neler olup bittiği” ile ilgili sorulara odaklanmadığı anlaşılmaktadır. Tüm bunlar, insanların gerçeklere ilişkin doğru görüş konusunda anlaşmazlığa düşebilecekleri ve düştükleri konulardır. Her ne kadar yazarlar Rothbard ile aralarındaki anlaşmazlığı liberteryen özel mülkiyet ilkelerinin uygulanmasına ilişkin bir anlaşmazlık olarak tasvir etseler ve Rothbard’ın bu olaylara ilişkin anlayışını “düzelterek” meselenin çözülebileceği izlenimini yaratsalar da biz aslında aralarındaki anlaşmazlığın ana ekseninin Siyonizm’in doğasına ilişkin olduğunu iddia ediyoruz. Tabii ki bu, yazarların Rothbard ile aynı fikirde olmadıkları tek konunun Siyonizm olduğu anlamına gelmez (örneğin grev eyleminin ne anlama geldiği konusunda da aynı fikirde değillerdir, bkz. s. 299), ancak yazarların Rothbard’a yönelik eleştirilerini anlamak için en önemli konu budur.
Klasik Liberalizm, Mülkiyet Hakları ve Siyonizm
Yazarlar, mülkiyet haklarının doğru bir şekilde anlaşılmasının doğru tek bir Siyonizm görüşüne yol açabileceğini savunmaktadır. Dahası, İsrail devletine karşı çıkmanın mülkiyet haklarına karşı çıkmak anlamına geldiğini de savunmaktadırlar:
Yahudi halkının atalarının topraklarını miras alma ve geliştirme hakkı tarihsel ve kültürel kanıtlara o kadar derinden dayanmaktadır ki buna itiraz etmek sadece bir saçmalıktır. Bu, geniş anlamda özel mülkiyetin temel haklarını inkâr etmekle eşdeğerdir. İsrail’in meşruiyetine yönelik saldırı da esasen budur; yani genel olarak özel mülkiyet haklarına yönelik bir saldırıdır. (s. xxv)
Bu çerçevede, Rothbard’ın Siyonizm konusunda yanıldığını ve dolayısıyla onlara göre Rothbard’ın liberteryen ilkeleri Orta Doğu’daki duruma uygularken de yanıldığını iddia etmektedirler. Onlara göre doğru bir Siyonizm görüşü mülkiyet haklarının da doğru yorumlanmasına yol açacaktır ve bunun tersi de geçerlidir. Bu nedenle yazarlar “anti-Siyonist olmanın tüm özel mülkiyet kavramına karşı olmak anlamına geldiğini” ileri sürmektedirler. (s. xxvi)
Rothbard’ın özel mülkiyet kavramına kesinlikle karşı olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, yazarlar Rothbard’ın “bu belirli devlete yönelik eleştirileri sırasında kendi liberteryen ilkelerini yanlış uyguladığı” sonucuna varmaktadır (s. 201’de 15. dipnot). Bu da argümanlarını şöyle bir fasit daire hâline getirmektedir: Rothbard’ın İsrail’e bakışı yanlıştır ve bu da İsrail’in mülkiyet hakları temellerine ilişkin anlayışının yanlış olmasına neden olmuştur. Ancak Rothbard Siyonizm’i kavramsal olarak Lockeçu ilk mülk edinim (homesteading) ilkeleriyle herhangi bir şekilde bağlantılı görmediğinden, bu durum sadece yazarların kendi aralarında sormaları gereken sorudan kaçındıkları anlamına gelmektedir.
Kitap, yazarlar tarafından klasik liberal görüşleri vurgulanan Vladimir Ze’ev Jabotinsky’ye ithaf edilmiştir: “Siyonizmin farklı perspektifleri arasından, Vladimir Ze’ev Jabotinsky’nin ve kurduğu hareket olan Siyonist Revizyonizmin perspektifini, bizim klasik liberal ve liberteryen yaklaşımımızla en iyi ve en uyumlu perspektif olarak görüyoruz. Jabotinsky klasik bir liberaldi ve dolayısıyla bireysel özgürlüğün savunucusuydu.” (ss. 44-46) Kitapta Jabotinsky’nin serbest piyasa, özel mülkiyet ve minimal devlet savunusunu ayrıntılı olarak tartışmaktadırlar.
Buna karşın Rothbard “War Guilt in the Middle East” adlı makalesinde, Siyonizmi “Filistin’in kan ve toprak mistisizmine bağlı” olarak görmektedir. (s. 23) Jabotinsky ve Siyonist Revizyonistleri ise militarist ve fanatik olarak görmektedir ki bu da Lockeçu ilk mülk edinim ilkelerinden neredeyse tamamen alâkasızdır.
Jabotinsky’nin Lockeçu özel mülkiyet ve serbest piyasa ilkelerini savunmaktan ziyade Yahudi halkının bir anavatana sahip olma ve gerekirse bu anavatanı güç kullanarak savunma hakkını savunduğu bilinmektedir. Örneğin Jabotinsky, Jake Wallis Simons tarafından Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı son davaya ilişkin yorumunda şu şekilde alıntılanmıştır:
Kimseye hesap vermek zorunda değiliz. Kimsenin sorgusuna tâbi tutulmayacağız ve kimse bizi cevap vermeye çağıracak kadar da eski veya tecrübeli değil. Biz onlardan önce geldik ve onlar gittikten sonra da burada olacağız. Biz neysek oyuz, kendimiz için varız, değişmeyeceğiz, değişmek de istemiyoruz.
Benzer bir duygu Ted Belman’ın Block ve Futerman’ın kitabına ilişkin eleştirisinden de yansımaktadır:
İsrail ne olmak istiyorsa o olabilir ve başkalarının istediği gibi olmak zorunda değildir. Çoğu zaman İsrail’den, başka hiç kimsenin yapmayı başaramadığı belirli bir şekilde davranması talep ediliyor. Liberal Batı bile liberal değildir. Kendimizi kimseye haklı göstermemize gerek yok. Ne yazık ki İsrail, Knesset (İsrail Parlamentosu) ile sürekli anlaşmazlık içinde olan son derece liberal bir mahkeme tarafından yönetiliyor; başka bir deyişle, halk için fazla liberal. Bununla birlikte, İsrail’in toprak üzerindeki tarihî ve hukuki iddialarını vurgulaması önemlidir ve bu kitap bunu takdire şayan bir şekilde yapmaktadır. Ancak İsrail’in varlığı bu iddialara bağlı değildir. Ordusunun gücüne ve ekonomisine bağlıdır.
Gerçekten de öyle. Uluslar arasındaki savaşlar, ordularının ve ekonomilerinin gücüne bağlıdır, ilk mülk edinim ilkelerinin doğru bir şekilde uygulanmasına değil. Bu, Jabotinsky’nin yazarlar tarafından alıntılanan şu cüretli sözlerinde yansıtılmaktadır:
Bu daha ne kadar devam edecek? Söyleyin bana dostlarım, artık bu saçmalıktan bıkmadınız mı? Hem şimdiki hem de gelecekteki tüm bu suçlamalara, azarlamalara, zanlara, karalamalara ve ihbarlara yanıt olarak kollarımızı göğsümüzde kavuşturmanın ve yüksek sesle, açıkça, soğukkanlılıkla ve sakince bu halkın anlayabileceği tek argümanı ortaya koymanın zamanı gelmedi mi: Neden hepiniz cehenneme gitmiyorsunuz? Bizler ne tür insanlarız ki onların önünde kendimizi haklı çıkarmak zorundayız? Ve onlar kim oluyor ki bizden bunu talep ediyorlar? Karar önceden bilindiği hâlde bütün bir halkı yargılama komedisinin anlamı nedir? Bu komediye gönüllü olarak katılmamızın, savunma konuşmalarımızla bu alçakça ve aşağılayıcı yargılamalara renk katmamızın bize ne faydası var? Savunmamız yararsız ve nafiledir, düşmanlarımız buna inanmayacak ve kayıtsız insanlar buna aldırış etmeyecektir. Artık özür dileme devri kapanmıştır. (s. 238)
Buradaki kilit meselenin Lockeçu emeğin toprağa karıştırılması teorileriyle ilgili olduğunu iddia etmek pek inandırıcı değildir. Jabotinsky’nin sözleri, yazarların vurgulamak istediği Lockeçu ilk edinim kavramlarını teğet geçebilir -”biz onlardan önce geldik”- ancak Siyonizmin genel mesajı sadece ya da büyük ölçüde mülkiyet hakları ve bir mal sahibinin kendisini ve mülkünü savunma hakkı değildir -aynı zamanda Siyonizm sancağı altında bu belirli topraklar üzerinde hak iddia etme kararlılığını da yansıtır, bu nedenle Rothbard bundan bir tür “kan ve toprak mistisizmi” olarak söz eder. Gerçekten de Block ve Futerman’ın gözlemlediği gibi, ortaya koydukları gerekçe sadece Lockeçu ilk mülk edinime dayalı bir gerekçe olmayıp esasen bu daha geniş anlamda Siyonist bir gerekçedir:
Yine de, tüm düşmanlarına karşı Siyonist proje ve Yahudi halkının iradesi galip gelmiştir. İsrail güçlü bir ulustur ve Yahudiler kendi topraklarında özgürdür. Siyonizm başarıya ulaşmıştır. Theodore Herzl ve Ze’ev Jabotinsky’nin kendi tarihî vatanında capcanlı bir Yahudi Devleti hayalleri artık bir gerçektir. Ve Yahudi Halkı her zaman olduğu gibi başarılı olmaya devam edecektir. (s. xxvi)
Ayrıca yazarlar “eğer herkes bir devlet kurabiliyorsa, neden Yahudiler de kuramasın” ve “İsrail bir devlet olarak anarko-kapitalist liberteryen teoriye göre kesinlikle bir dereceye kadar kötü niyetli olsa da, devletler açısından kesinlikle ‘benzersiz’ bir şekilde kötü niyetli değildir.” diye belirtmekten de geri durmışlardır. Bu tür argümanlar kavramsal olarak ilk mülk edinim ilkeleriyle ilgili olmaktan ziyade, diğer tüm devletlerin meşruiyetinin kabul edilmesi hâlinde biricik Yahudi devletinin meşruiyetinin sorgulanmaması gerektiğine dair bir iddia niteliğindedir.
Ancak yazarlar, kitaplarında bu daha genel Siyonist argümanları tartışmalarına rağmen, amaçlarının sadece egemenlik veya ulusal güvenlikle ilgili konuları ele almak değil, özellikle İsrail savunusunu liberteryen mülkiyet hakları teorisine dayandırmak olduğunu vurgulamak istemektedirler. Bu nedenle kitapta özgürlük, serbest piyasalar, bireysel erkinlik, İsrail’in var olma hakkı ve ilgili konulara ilişkin klasik liberal argümanlar yer alsa da, Rothbard’la çatıştıkları temel nokta özel mülkiyet kavramıdır. Sadece Siyonizmi savunmak değil, Siyonizme karşı çıkmanın genel olarak özel mülkiyet haklarına karşı çıkmak anlamına geldiğini de iddia etmektedirler.
Rothbard’a Karşı Savunma
Yazarlar, İsrail’i liberteryen teoriye atıfta bulunarak savunmaya çalışırken, Rothbard’ın hatalı olduğunu ilan etmeyi gerekli bulmuşlardır ki bu konuyu 6. bölümde ayrıntılı olarak ele almaktadırlar. Bu bölümde İsrail’in diğer devletlerden daha az ya da çok saldırgan olup olmadığına geniş yer verilmiştir, ancak İsrail’i diğer devletlerle kıyaslamanın Rothbardyen mülkiyet hakları teorisiyle kavramsal bir bağlantısı yoktur. The Ethics of Liberty (Özgürlüğün Etiği) bir savaş kılavuzu değildir ve gerçekten de Rothbard’ın “War Guilt in the Middle East” makalesindeki kaygısı Lockeçu ilk mülk edinim (homesteading) ilkesi değil, saldırmazlık ilkesi (NAP) ve Orta Doğu’daki gerçek saldırganın kim olduğunun belirlenmesidir. Buna karşın yazarların görüşü, herhangi bir savaşta saldırganın kim olduğunu tespit etmenin tek yolunun ilk edinim ilkelerine atıfta bulunmak olduğu yönündedir. Yazarlar, mülkiyet hukuku ilkelerinin, bir liberteryen için savaş suçunu tespit edebileceği tek ilgili ölçüt olduğunu düşünmektedir.
Bu nedenle yazarlar Rothbard’ın yaklaşımının yanlış olduğunu ve bu bağlamda söz konusu ilkenin saldırıyı başlatan kişinin mülkünü çalmaya mı yoksa kendi mülkünü geri almaya mı çalıştığı ile ilgili olduğunu savunmaktadır. Rothbard’ın The Ethics of Liberty adlı kitabında, çalınan bir saat örneğini kullanarak tartıştığı nokta budur:
Bir cadde boyunca yürürken bir A kişisini bir B kişisinin bileğini kavrayıp kol saatini gasp ederken görmüş olalım. Burada A şüphesiz B’nin bedenine ve malına saldırmaktadır. Bu olaydan A’nın saldırgan bir suçlu ve B’nin de masum bir mağdur olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Elbette hayır −çünkü gözlemlerimizden basitçe A’nın gerçekten bir hırsız mı, yoksa B’nin daha önce kendisinden çaldığı kol saatini geri almaya çalışan birisi mi olduğu hakkında bilgi sahibi değiliz. Kısaca, kol saati A’nın saldırı anına kadar kesinlikle B’nin mülkiyetinde olduğu sürece biz bu saatin daha önce yasal sahibi olup olmadığını, ya da B tarafından gasp edilip edilmediğini bilmiyoruz. Dolayısıyla, bu iki insandan hangisinin meşru ya da hukuki sahip olduğunu henüz bilmiyoruz. Cevabı sadece özel bir durumda elde edilen somut verilerden, yani “tarihî” sorgulamadan bulabiliriz. (s. 51)
“War Guilt in the Middle East” makalesinde Rothbard Ortadoğu sorununu kimin kimin saatini çaldığına karar vermekle eşdeğer görmez. Bu makalede Rothbard, tüm devletlerin vatandaşlarına karşı saldırganlık eğilimi ile ilgilenir ve “neredeyse her savaşta bir tarafın diğerinden çok daha suçlu olduğunu ve saldırganlığın, fetih dürtüsü gibi nedenlerle temel sorumluluğunun bir tarafa yüklenmesi gerektiğini” savunur. (s. 21)
Block ve Futerman, Rothbard’ın “War Guilt in the Middle East” makalesinde yanlış konuyu ele aldığını savunmaktadır. Onların görüşüne göre Rothbard, İsrail’in Arap komşularından daha suçlu olup olmadığını sorgulamak yerine (ki buna cevapları hayırdır), İsrail topraklarını 3.000 yıl önce kimin yurt edindiğini sormalıdır. Böylesi bir yaklaşım onu şu doğru sonuca götürecektir: İsrail, toprakların gerçek sahibidir ve bu nedenle topraklarını geri almak ve savunmak için güç kullanmakta haklıdır.
Bu nedenle yazarların Rothbard’a yönelttiği suçlama, İsrail topraklarının ilk sahibini tespit etmek için tarihin derinliklerine yeterince inmemesidir:
Sonunda Rothbard bizi zorlu bir seçimle karşı karşıya bırakıyor: Liberteryenizm ya da İsrail’e destek. Biz ikisini de seçiyoruz. Hem pastamız dursun hem de karnımız doysun diye düşünüyoruz ve bu sonuca varmak için yukarıda yeterli sebep sunduğumuzu savunuyoruz. Bizim iddiamız, Rothbard’ın analizine olması gerektiği kadar geçmişten başlamadığı ve İsrail’in kuruluşundan önceki ve sonraki durumu doğru analiz etmediğidir. Bizim yaptığımız gibi iki bin yıldan daha öncesinden başlamış olsaydı, İsrail’in var olma hakkı ve Yahudi halkının söz konusu topraklar üzerindeki iddiası hakkında çok farklı bir makale yazabileceğine inanıyoruz. (s. 309)
Yazarlar, İsrail’in ilk edinimine ilişkin kanıtlarının, toprak üzerinde adil hak sahibi olunduğunun kesin kanıtı olduğunu ve bu kanıttan, gerektiğinde toprağı ele geçirme ve savunma hakkı olduğu sonucunun çıkacağını savunmaktadır. “Amaçlarının sivil Arap topraklarını hedef almak ya da fethetmek olmadığını, ancak bazı bölgeleri fethetmenin Bağımsızlık Savaşı’nın savunma amaçlı bir sonucu olduğunu” iddia etmektedirler. (s. 266)
Ancak Rothbard Siyonizmi özel mülkiyet ve Lockeçu ilkelere dayanan liberteryen bir adalet arayışı olarak görmemektedir, bu nedenle yazarların Rothbard’ın Lockeçu mülkiyet ediniminin 3000 yıl önceki kökenlerine kadar izini süremeyerek hata yaptığı yönündeki argümanı, Siyonizmin doğasına ve Siyonizmin gerçekten liberteryen özel mülkiyet teorilerine dayanan bir ideoloji olup olmadığına ilişkin bir tartışmayı sadece geçiştirmektedir.
Saldıran Taraf Kim?
Nihayetinde, İsrail için liberteryen bir gerekçe ancak, Rothbard’ın dediği gibi, bir çatışmada hangi tarafa “saldırganlıktan doğan temel sorumluluğun” yüklendiğinin belirlenmesine bağlı bir gerekçe olabilir. Rothbard ve yazarlar arasındaki anlaşmazlık, mülkiyet haklarının teorik analizi ile çözülemez. Sadece tarihsel gerçekler konusunda kimin haklı olduğu tespit edilerek karar verilebilir. Rothbard’ın dediği gibi:
Ancak herhangi bir savaşta hangi tarafın daha suçlu olduğunu bulmak için, kendimizi o çatışmanın tarihi hakkında derinlemesine bilgilendirmemiz gerekir ve bu da zaman harcamayı, kafa yormayı ve aynı zamanda bir tarafa ya da diğerine daha fazla suçluluk atfetmek suretiyle taraf tutarak alâkalı hâle gelmeye son derece istekli olmayı gerektirir. (s. 21)
Yazarlar, İsrail’e suç atfederek “Rothbard’ın analizine yanlış yerden başladığını” iddia etmekte ve Rothbard’ın Siyonizm hakkındaki görüşlerini “sorunlu” olarak değerlendirmektedirler. (s. 261) Rothbard’ın “War Guilt in the Middle East” makalesinde tartıştığı tarihsel olayları anlamakta başarısız olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. Örneğin, Rothbard’ın hangi toprakların Filistinliler tarafından “işgal edildiğini” ya da edilmediğini tespit edemediğini (s. 262) ve Yahudilere yönelik saldırılardan bahsetmediğini (s. 269’dan itibaren) iddia etmektedirler. Ancak sonuçta bu, tartışmalı tarihsel olguların doğru yorumlanmasına ilişkin bir anlaşmazlıktan başka bir şey değildir. Özel mülkiyet ilkelerine ilişkin bir tartışma da değildir. Yazarlar, “[Rothbard] Yahudilerin Araplardan toprak çaldığını ve [Arapların] haklı olarak bunu geri almaya çalıştığını düşünüyor. Eğer analizinin doğru olduğunu düşünseydik, liberteryen dostları olarak biz de ona katılırdık... Sadece tam tersine, yani toprak hırsızlığının kurbanlarının Araplar değil Yahudiler olduğuna inandığımız için ondan ayrılıyoruz” şeklinde bir sonuca varmaktadırlar. (s. 294)
Durum böyleyken, yazarlar Rothbard’ın Siyonizm hakkındaki görüşlerinin liberteryen ilkelerin yanlış bir uygulamasını yansıttığı iddiasında yanılmışlardır. Hatta şunu iddia etmektedirler: “Bizim vurgulamak istediğimiz nokta, Rothbard’ın İsrail’e saldırısının, doğru olsa bile (ki göstermeye çalıştığımız gibi doğru değildir), konu ile alâkasız olduğudur. Arap uluslarının 1948’de İsrail’i işgal etmesinin nedenleri, toprak mülkiyetinde adalete ilişkin liberteryen teorilerle kesinlikle ilgisizdir.” (s. 298) Ancak yazarlar aynı şeyin Siyonizm için de geçerli olduğunu kavramakta başarısız olmaktadır. Siyonizm’in inançları ve hedefleri, adil toprak mülkiyeti ile ilgili liberteryen teorilerle en iyi ihtimalle sadece teğet geçmektedir.
Orta Doğu’da ihtilaflı topraklar için savaşan kahramanların hiçbiri inandırıcı bir şekilde liberteryen ilkeler için savaştıklarını iddia edemezler. Nitekim yazarlar da bunu şöyle ifade etmektedir: “2000 yıl öncesine ait herhangi bir toprak parçası üzerindeki mülkiyet haklarının izini sürebilecek tek bir Yahudi olmadığını kabul ediyoruz. Gerçekten de, bireysel haklardan bahsediyor olsaydık, toprak mülkiyetinin devri için kriter bu olurdu. Öte yandan, Tapınak Tepesi’nde Kohanim gibi belirli alanlar üzerinde hak sahibi olan belirli Yahudi gruplarını tanımlayabiliriz.” (ss. 304-305) Yazarlara göre, Yahudilerin Romalılar tarafından mülksüzleştirildiği durumlarda, “Yasal mirasçı statüsü, hem genetik hem de kültürel olarak belirlenebilen en yakın akrabaya göre belirlenirdi. Eğer bir arazi tek bir varise atfedilemiyorsa, arazinin sahipliği teorik olarak söz konusu arazide eşit pay için başvurabilecek bir gruba gidecektir.” (s. 20) Tek bir mirasçının unvanını M.Ö. 135 yılına kadar geri götürebilme olasılığı çok düşük olduğundan, bu tür sahiplik unvanı iddialarının, arazinin verileceği baba soyuna ilişkin genetik çalışmalara dayanacağı sonucuna varılmaktadır. (s. 21) Yazarlar “Bunun, bölgeyi hisseler yoluyla bölerek ve ortak baba soyunu gösteren aynı genetik belirleyiciler için pozitif test yapan herkese vererek yapılabileceğini” öne sürüyorlar. (s. 22) Toprak üzerinde hak iddia eden tüm Müslümanlar da benzer şekilde genetik teste tâbi tutulacaktır: “İsrail Devleti’nde şu anda Yahudiler tarafından işgal edilen toprakların daha önce Müslümanlar tarafından yurt edinildiğine dair kanıt bulunan her yerde, kültürel ve genetik soyun diğer tarafça da benzer şekilde kanıtlanabilmesi koşuluyla mülkiyet Müslümanlara devredilmelidir.” (s. 22)
Bu adalet teorisi ne olursa olsun, etnik kökene, DNA’ya ve dinî metinler ve kültürel mirasla desteklenen ata toprakları üzerindeki genetik hak sahipliği iddiasına dayanan mülkiyet hakları, liberteryen bir özel mülkiyet hakları teorisi değildir. Bu nedenle yazarların Lockeçu ilk mülk edinim hakkındaki iddiaları Rothbard’ın savaş suçu analiziyle alâkasızdır.
Ayn Rand’ın İsrail’i savunurken ileri sürdüğü gibi, özgürlüğün Arap devletlerine kıyasla İsrail tarafından daha fazla geliştirilebileceği doğrudur, ancak bu kendi başına İsrail’in savunulmasının liberteryen ilkelerin bir uygulaması olduğu anlamına gelmez. Aksine, bu nokta yalnızca liberteryen ilkelerin İsrail’de komşu devletlere kıyasla daha fazla gelişebileceğini ileri sürmektedir. Rothbard’ın “Rand on the Middle East” (Türkçe tercümesi için tıklayınız: Rand ve Orta Doğu) adlı makalesinde alıntıladığı Ayn Rand’ın da dediği gibi:
Vahşilerle savaşan medeni insanlar olduğunda, kim olurlarsa olsunlar medeni insanların yanında olmalısınız. İsrail sosyalizme meyilli bir karma ekonomidir. Ama aklın gücü söz konusu olduğunda -yani o heba olmuş çöl kıtasında sanayinin gelişmesi söz konusu olduğunda- akıllarını kullanmak istemeyen vahşilere karşı, eğer uygarlığın geleceğini önemsiyorsanız, devletin bir şeyler yapmasını beklemekle yetinmeyin. Elinizden geleni yapın. İsrail’e acil bir durumda yardım ederek ilk kez kamusal bir amaca katkıda bulunuyorum.
Ancak argümanının liberteryen adalet ilkelerine dayanmadığı oldukça açıktır. Rothbard’ın “Rand on the Middle East” makalesinde buna yanıtı, saldırmazlık ilkesinin ihlal edilmesini haklı çıkaracak hiçbir neden gösterilmediğidir:
Peki neden? Liberteryen ilkeyi, izolasyonist ilkeyi ve altruizm karşıtlığını bir kenara bırakmamızı gerektiren öncelikli gerekçe nedir; İsrail’in “acil durumunun” neden kalplerimiz ve ceplerimiz üzerinde bir hak iddiası olsun ki? Rand’ın militan ateizmi göz önüne alındığında, bu kesinlikle Süleyman Mabedi’nin yeniden inşa edilmesinin gerekliliği ya da “Gelecek yıl Kudüs’te” şeklindeki eski duanın yerine getirilmesi olamaz; ayrıca Rand’ın bireyciliği göz önüne alındığında, bu kesinlikle (umuyoruz ki) Siyonistlerin kan, ırk ve toprak çağrısı da olamaz. Peki öyle değilse nedir? Elbette Rusya da işin içinde ama Rand bile buradaki asıl meselenin Rus Tehdidi olmadığını kabul ediyor.
Asıl mesele ne mi? Rand’a göre, “medeni insanlar” “vahşilere karşı savaşıyor” ve hâl böyle olunca, “ne olursa olsun o medeni insanların yanında olmak zorundasınız.” Ayrıca, İsrail’in sosyalist olduğu gerçeğinin bu büyük zorunluluk karşısında önemsiz kaldığını da ekliyor.
Bu tür sorulara, belirli bir savaşta kimin az ya da çok suçlu olduğuna ve gerçek saldırganın kim olduğuna karar vermek, adil mülk edinme teorisinden ziyade tarihsel analizin, dış politikanın ve belirli olayların özel ayrıntılarının alanına girer.
Yazarlar, tarihsel olayların nasıl geliştiği konusunda Rothbard ile açıkça aynı fikirde değiller ancak bu, kimin kime saldırdığı konusundaki bir anlaşmazlıkta, bir tarafın özel mülkiyeti savunurken diğerinin “tüm özel mülkiyet kavramına karşı” olduğu anlamına gelmez. Bu, özel mülkiyet kavramı üzerine bir tartışmadan ziyade, yalnızca tartışmalı olgular ya da en azından tartışmalı olguların önemi üzerine bir tartışmadır.
İsrail’in saldırganlık eylemlerinde bulunup bulunmadığı sorusu Lockeçu ilk mülk edinim ilkelerine indirgenemeyeceği gibi, The Ethics of Liberty de uluslar arasındaki savaşları çözebilecek bir kılavuz kitap olarak yorumlanamaz. Nihayetinde Block ve Futerman, Orta Doğu’daki anlaşmazlığın liberteryen özel mülkiyet ilkeleri aracılığıyla çözülebileceğini iddia ederken felsefi meselelerin karmaşıklığını gözden kaçırmışlardır. Örneğin, tarihsel olarak Yahudilere karşı gösterilen nefrete dikkat çekmektedirler (ss. 252-253), ancak bunun herhangi bir şekilde özel mülkiyet teorisiyle ilgili olduğunu varsaymakla yanılmaktadırlar ve ırklar arası nefretin mülkiyet haklarına atıfta bulunularak çözülebileceğini ummakla saflık etmektedirler.
Comments