Ekonominin organizasyonu
İşbölümü açısından bakacak olursak toplumdaki bireylerin arasındaki işbirliğini sağlayan 5 farklı ekonomik sistemden bahsetmek mümkündür.
(1) Üretim faktörleri üzerindeki özel mülkiyettir ki bunun gelişmiş formuna kapitalizm diyoruz, (2) Özel mülkiyete bağlı üretim faktörlerine periyodik olarak el konulup tekrar dağıtılmasıyla oluşan sistem, (3) Sendikalizm sistemi, (4) Üretim faktörleri üzerindeki kamu mülkiyetine bağlı sistemdir ki buna komünizm veya sosyalizm diyoruz, (5) ve son olarak interventionism yani müdahalecilik sistemi. Üretim faktörleri üzerindeki özel mülkiyetin tarihi, insanoğlunun yabani koşullardan gelerek modern uygarlığın en yüksek zirvelerine çıktığı zamana rastlar. Özel mülkiyet karşıtları, tarih-öncesi dönemde ekilir toprakların bir kısmının periyodik dağıtıma tabi olduğunu öne sürüp, bu dönemdeki insan toplumlarında özel mülkiyetin olmadığını kanıtlamak için büyük çaba sarf etmektedirler. Bu bakış açısından özel mülkiyet sadece bir “tarihi kategori” olmakla birlikte, mülkiyetin tekrardan sorunsuzca tekrar dağıtılabileceği sonucuna ulaşmak isterler. Bu düşünme şeklindeki mantıksal yanılgı daha fazla tartışmayı gerektirmeyecek kadar göze batıcıdır. Tam yerleşmemiş bir özel mülkiyetin olmadığı ilkel bir toplumda böylesi bir işbirliğinin oluşmuş olması, medeniyetin en üst tabakalarında da özel mülkiyetsiz bir yaşamın mümkün olabileceği hakkında en ufak bir kanıt bile oluşturamaz. Eğer tarih bu soru hakkında bir soruya yanıt verebilecek olsa, o da “tarihin herhangi bir yerinde herhangi bir insanın, özel mülkiyetin olmadığı bir ortamda, hayvandan ayrımı güç bir yabanilik ve içler acısı bir fakirliğin ötesinde bir refaha ulaşabilme imkanına sahip olup olmadığı ” olacaktır. Daha önceki özel mülkiyet karşıtlarının özel mülkiyet kurumuna olan saldırıları bunlardan ziyade gelir dağılımının eşitsizliği üzerine olmuştur. Bu insanlar ticari malların veya en azından toprakların -ki o zamanların hemen hemen tek önemli üretim faktörü olarak- periyodik dağıtımıyla bu gelir eşitsizliğinin yok edilmesini savunmuştur. İlkel tarımsal üretimin baskın olduğu teknolojik olarak geri ülkelerde bu mülkiyetin eşit dağıtımı yaklaşımı hala taraftar bulmaktadır. İnsanlar buna tarımsal sosyalizm demektedirler –gayet yanlış bir şekilde çünkü bu sistemin doğrudan sosyalizmle bağlantısı yoktur. Rusya’da sosyalist olarak başlayan Bolşevik Devrimi tarımda sosyalizmi –yani topraklar üzerindeki kolektif mülkiyeti- getirmemiştir. Bunun yerine tarımsal sosyalizm dediğimiz sistemi getirmiştir. Doğu Avrupa’nın geri kalan ülkelerinde bugün büyük toprak arazilerinin küçük çiftçiler arasında paylaştırılması, toprak reformu adı altında bölgede etkili birçok siyasi parti tarafından savunulmaktadır. Bu sistem hakkında daha fazla konuşmak gereksizdir. Bu sistemin üretimdeki verimlilikte yol açacağı düşüş, su götürmez bir gerçektir. Sadece toprakların hala en ilkel yöntemlerle işlendiği yerde yaşayan bir insan, bu bölünme ve dağıtılma üzerine kurulan sistemin üretimde yol açacağı düşüşü anlamakta zorluk çekebilir. Modern teknolojik aletlerin bulunduğu bir çiftliği bozup tekrar bölüştürmekteki saçmalık ise herkes tarafından kabul edilecektir. Bu bölme ve dağıtma prensibinin endüstriyel ve ticari teşekküllere ve şirketlere uygulanması ise son derece imkansızdır. Bir tren yolu, enerji santrali veya makine fabrikası öylece bölünemez. Bir insanın mülkiyetin periyodik dağıtımını hayata geçirebilmesi için öncelikle işbölümüne ve serbest piyasaya sahip bir ekonomiyi bozup yerine kendine yetebilen, aralarında takasın ve ticaretin olmadığı, sadece yan yana çiftlik alanlarından oluşan bir ekonomi bina etmesi gerekir. Sendikalizm düşüncesi mülkiyetin eşit dağıtımı ilkesini, modern geniş-ölçekli endüstriyel bir çerçeveye oturtma çabasını temsil eder. Sendikalizm üretim faktörleri üzerindeki mülkiyeti ne topluma ne bireye, sadece o üretim ve/veya endüstri dalında yer alan işçilere devreder. Üretimin her dalında gereken materyal ve personel faktörlerin oranı tamamen farklı olduğu için, mülkiyetin eşit dağılımının sağlanması bu yolla kesinlikle mümkün değildir. İşçi, endüstrinin bazı dallarında diğerlerine göre mülkiyetin daha büyük bir kısmını elinde bulunduracaktır. İşgücü ve sermayenin zorunlu olarak bir üretim dalından diğerine aktarılması sırasında ortaya çıkacak zorlukları düşünmek gerekir. Bir endüstri dalından sermayenin bir kısmını alıp diğer bir kısmına yatırmak mümkün olacak mıdır? Bir üretim dalındaki işçileri alıp işçi başına düşen maaşın daha düşük olduğu bir üretim dalına transfer etmek mümkün olacak mıdır? Bu gibi faktörlerin transferinde yaşanacak sorunların imkansızlığı, sendikalist düzenin son derece absürt ve sosyal organizasyon bakımından uygulanamaz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yine de bu transferleri yapabilecek, bireylerin üstünde bir merkezi gücün varlığını varsaydığımız zaman artık sendikalizmden değil, sosyalizmden bahsediyoruz demektir. Zaten gerçekte sendikalizm o kadar absürt bir idealdir ki, sadece sorunun üzerine derince düşünmemiş olan ahmaklar bunun prensiplerini savunmak macerasına atılırlar. Sosyalizm yahut komünizm, mülkiyetin –üretim gücüne sahip her türlü malın- topluma –yani toplumsal baskı ve zorlama organı olarak devlete-devredildiği toplumsal organizasyondur. Bir topluma sosyalist demek için mülki dağıtımın bireylere eşit şekilde mi yahut başka bir şekilde mi yapıldığı önemli olmamakla beraber, üretim faktörlerinin bireye resmen mi devredildiğinin, yoksa devletin, zorlama ve baskı unsurlarını kullanarak, bireylerin –sadece ismen- elinde bulunan üretim faktörlerinin üzerinde söz sahibi olarak sosyalizasyonun de facto olarak mı sürdüğünün önemi bulunmamaktadır. Eğer neyin, ne şekilde üretileceğini, kime, ne fiyattan satılacağını devlet belirliyorsa bu durumda da özel mülkiyet sadece ismen geçerli olacaktır. Gerçekte ise bütün mülk zaten sosyalleşmiştir. Çünkü ekonomik etkinliğin ana amacı girişimci ve kapitalistlerin kar güdüsünden ziyade belli bir görevi yerine getirme ve emirlere itaat etme gerekliliğinden doğmaktadır. Son olarak müdahalecilik hakkında konuşacağız. Yaygın görüşe göre sosyalizm ve kapitalizm arasında bir orta yol bulunmaktadır: özel mülkiyetin kontrol edilip denetlendiği, izole bilumum yüksek otoriteler tarafından yönlendirildiği bir sosyal organizasyon. Mülkiyetin periyodik dağıtımı ve sendikalizm sistemi daha fazla tartışılmayacaktır. Zaten bu iki sistem genelde söz konusu olmamakta, ciddiye alınabilecek hiçbir insan da bu iki sistemi savunmamaktadır. Bundan sonraki yazılarda sadece sosyalizm, müdahalecilik ve kapitalizm konuşulacaktır.
Özel Mülkiyet ve Özel Mülkiyet Tenkitçileri
İnsan hayatı katışıksız bir mutluluk halinden ibaret değildir. Dünya, cennet değildir. Bu olgu, toplumsal kurumların kabahati olmadığı halde insanlar sürekli onları sorumlu tutmak isterler. Bizim uygarlığımız da dahil olmak üzere bütün uygarlıkların temelinde üretim faktörleri üzerindeki özel mülkiyet kavramı vardır. Bunun için modern uygarlığı eleştirmek isteyen bir kimse, işe öncelikle özel mülkiyetten başlar. Tenkitçiyi tatmin etmeyen her şey için özel mülkiyet suçlanır, üstelik bu kötülükler özel mülkiyetin dizginlendiği ve kontrol altına alındığı halde baş göstermekte olduğu için tüm sosyal yıkım gücü hakkında tam bir fikir vermediği öne sürülür.
Genelde tenkitçiler, her şey kendi hayal ettikleri gibi olsa bütün dünyanın ne kadar mükemmel olacağını düşünürler. Tenkitçi bu hayallerinde, kendine karşı yöneltilen ya da kendisininkilerle çatışan bütün fikirleri yenerek dünyanın mutlak hakimi haline gelecektir. Güçlünün hakkını savunan herkes kendini güçlü olarak görür. Kölelik kurumunu savunan insan asla kendinin de bir köle olabileceğini düşünmez. Vicdan özgürlüğü üzerinde kısıtlamalar isteyen biri, bunu sadece karşısındaki için ister, kendisi için değil. Oligarşik devlet yapısını destekleyen, her zaman kendisini de bu oligarşinin bir parçası olarak hayal eder. Aydınlanmacı despotizm veya diktatörlük hayallerine kendini kaptırmış olan, kendisini bu aydınlanmış despot veya diktatör rolünde görmeye alışıktır ya da en azından kendisini despot üzerindeki despot, diktatör üzerindeki diktatör olmaya layık görmektedir. Kimse kendini zayıfın, mazlumun, baskı görenin, imtiyazsız olanın, hakları elinden alınan insanın yerinde görmek istemez. Bundan dolayı sosyalizm için, hiç kimse genel müdür veya genel müdür şefi altında bir makamı kendisi için arzu etmemektedir. Çünkü sosyalizm rüyası altında, yaşamaya değer başka bir hayat bulunmayacaktır.
Antikapitalist literatür, bu hayalcilerin fantezileri için karlılık ve üretkenlik üzerinden rutin bir muhalefet şekli yaratmayı başarmıştır. Kapitalist sosyal düzende yer alanlar, bu hayalcilerin arzularına paralel olarak, ideal sosyalist düzende başarılabilecekler ile mukayese edilmeye başlanmıştır. Bu ideal görüntüden sapan her şey verimsiz olarak nitelendirilmiştir. Birey için en çok kârlılığı getiren şeylerle toplum için en büyük verimliliği getiren şeylerin her zaman örtüşmemesi uzun süredir kapitalizme yöneltilmiş en büyük eleştirilerin kaynağını oluşturmuştur. Ama son yıllarda anlaşılmıştır ki, bu gibi konularda sosyalist bir topluluk, kapitalist bir topluluktaki bireylerden daha büyük bir ilerleme kaydetme gücüne haiz değildir. Ama eğer iddia edildiği gibi bir farklılıktan söz edilecek olsa bile, sosyalist toplumun her zaman daha doğru olanı yapacağı, kapitalist toplumun ise her zaman yanlış olanı yapacağı kanısına kapılmak yanlış olur. Sonuçta üretkenlik ve verimlilik kavramı subjektif bir kavram olmakla beraber objektif bir eleştirellik için dayanak noktası oluşturmaz.
Bu yüzden kendimizi, hayalci diktatörümüzün fantezileriyle meşgul etmek gereksizdir. Onun hayallerinde, herkes istekli ve itaatkar bir biçimde, emirlerini yerine getirmek için hazır ve nazır olarak beklemektedir. Bununla beraber bu kadar vizyoner olmayan gerçek bir sosyalist toplumda işlerin nasıl yürüyeceği ayrı bir tartışma konusudur. Kapitalist bir toplumda, toplam yıllık hasılanın toplumdaki bütün bireyler arasında eşit olarak paylaştırılması durumunda herkese yetecek kadar geçimlik sağlayabileceği varsayımı ise, basit istatistiksel hesaplamaların gösterdiği üzere, tümüyle yanlıştır. Dolayısıyla, sosyalist bir toplumun bu yolla kitlesel yaşam standardında fark edilebilir bir artış yaşaması pek mümkün görünmemektedir. Eğer bu yaşam standardının artışı herkes için, hatta zenginler de dahil olmak üzere, mümkün olursa bile bu, sosyalist toplumun kapitalist topluma göre işgücünü daha etkin kullanabileceği ve gereksiz –dolayısıyla verimsizliğe yol açan- sayısız harcamaları kolaylıkla kısabileceği varsayımına dayanmaktadır.
Bu ikinci noktayla bağlantılı olarak sosyalist sistemde pazarlama, rekabet ve reklamcılıktan doğan gereksiz harcamaların kaldırılması ileri sürülebilir. Sosyalist bir toplumda bu tip harcamalara yer olmadığı açıktır. Ama şu da düşünülmelidir ki, sosyalist sistemdeki dağıtım ağı sadece hatırı sayılır masraflara yol açmayacak, belki bu masraflar kapitalist ekonomidekinden daha da büyük olacaktır. Yine de bunlar sosyalist sistemin getirdiği masrafların yanında büyük bir kısmı oluşturmamaktadır. Sosyalist, şüphe duymadan, sosyalist toplumda işgücünün üretkenliğinin en azından kapitalist toplumdakiyle eşit, hatta kapitalist toplumdakinden daha fazla olacağını varsayar. Ama sosyalizm savunucularının düşündüğünün aksine, işler göründüğü kadar basit değildir. Kapitalist bir toplumda, bir şeyin üretim miktarı üretim sonucu oluşan üründen bağımsız değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, ürünün üretiminin tüm dallarının tüm aşamalarıyla, o üründen çıkar sağlayacak insanlar sıkı bir etkileşim içindedir ve bu insanların çıkarları, üretimin o aşamasındaki işgücü sonucu oluşan üretkenlikle iç içe geçmiş durumdadır. Her işçi elinden gelenin en iyisini yapmak zorundadır, çünkü maaşı işgücünün oluşturduğu çıktılar sonucu belirlenmektedir ve her girişimci, hayatta kalabilmek için rakiplerinden daha ucuz –daha az işçi ve sermaye gücü kullanarak- üretmek zorundadır.
İşte bu teşvik ve motivasyonlar sayesinde kapitalist ekonomi, şu an elinde bulundurduğu zenginliği üretmeyi başarabilmiştir. Sadece kapitalist piyasa organlarının getirdiği –reklam, pazarlama gibi- ekstra harcamalara odaklanmak, olaylara miyop bir gözle bakmak gibidir. Kapitalizmin, kalabalık caddelerde bir sürü rekabet eden tuhafiyeci ve tütün dükkanları bulunması yüzünden kaynak israfına yol açtığını söyleyen kimselerin göremediği şey şudur ki, bu derin pazarlama organizasyonları aslında, üretimdeki müthiş üretkenliğin getirdiği bir sonuçtur. Üretimde bunca ilerlemeler kaydedilmiştir, çünkü sürekli ilerleme kaydetmek bu sistemin doğasında vardır. Çünkü rekabet içindeki bunca girişimci, en karlı bir biçimde üretim yapmadığı, üretim metodlarını sürekli bir biçimde yenileyip geliştirmediği takdirde acımasızca yok olmaya mahkumdur. Bu teşvik güdülerinin yok olduğu yerde üretimde ilerleme olmayacak, geleneksel üretim metodlarını ekonomize etmeye yönelik çabalar da kaybolacaktır. Sonuç olarak, reklam ve pazarlama masraflarının kalkmasıyla ne kadar tasarruf yapılabileceğini sormak da tamamen absürt olacaktır. Bunun yerine üreticiler arasındaki rekabetin kalkması halinde ne kadar üretim olacağını sormak daha doğru olur. Cevap çok açıktır.
İnsan sadece çalışırsa tüketebilir, ve sadece işgücünün ürettiği kadar tüketebilir. Kapitalist sistemin bu özelliği, toplumun her bireyini, işini en yüksek verimlilikte ve en fazla üretimi sağlayacak şekilde devam ettirmesi konusunda teşvik eder. Sosyalist sistemde ise bu “bireyin işgücü ve faydalanabileceği mal ve hizmetler arasındaki direkt ilişki” eksik olacaktır. Burada çalışmaya olan teşvik, emeğinin karşılığını görebilme olasılığı üzerine değil, yüksek otoritelerin emretmesine veya insanın kendi görev bilinci ve sorumluluğu üzerine kuruludur. Bu iş organizasyonunun neden verimsiz olduğu sonraki bölümde daha iyi açıklanacaktır.
Kapitalizm ile ilgili en çok eleştirilen kavramlardan biri de, üretim faktörlerinin sahiplerinin imtiyazlı bir pozisyona gelmesidir. Onlar çalışmadan yaşayabilmektedir. Eğer sosyal düzene böyle bireyci bir bakış açısından bakacak olursak bu, kapitalizmin kusurlarından biri olarak görülebilir. Neden bir insan diğerinden daha iyi koşullarda yaşamaktadır? Ama bu bireyci yaklaşımdan sıyrılıp olaya tüm sosyal düzen açısından bakacak olursak anlarız ki, bu mülkiyet sahipleri varlıklarını, ancak topluma vazgeçilemez bir hizmet sundukları sürece koruyabilmektedirler. Kapitalist, bu imtiyazlı durumunu, elindeki üretim faktörlerini toplum için en önemli olan uygulamalara kaydırarak sağlamaktadır. Eğer bunu yapamazsa –varlıklarını akılsızca yatırımlara harcarsa- elindekileri tüketecek ve zamanla bu hatalarını düzeltemezse imtiyazlı pozisyonunu kaybedecektir. Kapitalistlik hali sona erecek ve yerini o işi yapmaya daha yatkın kişilere bırakacaktır. Bu yüzden kapitalist bir toplumda, üretim faktörlerini kullanma gücü, onu en iyi şekilde idare edebilecek insanların elinde toplanmıştır ve isteseler de istemeseler de o üretim faktörlerini toplum için en büyük ve en faydalı çıktıları sağlamak için kullanmak zorundadırlar.
Özel Mülkiyet ve Devlet İdaresi
Belli bir siyasi pozisyonda bulunan herkes, bütün hükümetler, krallar, padişahlar ve bütün cumhuriyet yöneticileri özel mülkiyete şüpheli yaklaşır. Devlet idaresinde bulunanlarda eylemlerinde sınır tanımama ve hükümranlığının sınırlarını olabildiğince genişletme gibi kalıtsal bir eğilim vardır. Her şeyi kontrol etmek, otoritelerin bilgisi ve izni dışında hiçbir şeyin olmamasını istemek… Bütün idarecilerin içten içe istedikleri budur. Ah, şu özel mülkiyet olmasaydı! Özel mülkiyet, bireyi devletten tamamen özgür olduğu bir çember içine alır. Otoriter iradenin çeşitli eylemlerine karşı bir bariyer oluşturur. Siyasi güce muhalefet etmek ve karşı çıkmak isteyenlerin birleşmesine olanak sağlar. Böylece devletin şiddet içeren her türlü müdahalesinden uzak, bütün aktivitelerin temelini oluşturur. Özgürlük tohumlarının beslendiği, birey otonomisinin ve bütün entelektüel ve teknolojik ilerlemelerin kök saldığı toprak, özel mülkiyettir. Buradan yola çıkılarak ona, bireyin gelişimi için en temel ön koşul denmektedir. Ama sadece çeşitli tereddütlerle birlikte bu sonuncusu kabul edilebilmektedir. Bireycilik ve kolektivite, ve hatta bireyci ve evrensel bilim arasındaki rutin muhalefet sonucu bu yargı, içi boş bir slogana dönmüştür. Hiçbir siyasi güç, serbest ilerlemeyi engellemekten ve üretim faktörleri üzerindeki özel mülkiyete müdahale etmekten kendi isteğiyle vazgeçmemiştir. Hükümetler sadece öyle yapmaya zorlandıkları için özel mülkiyete tahammül etmek zorunda kalmış, hiçbir zaman öyle yapmasının gerekliliğini kendi kendine kabullenmemiştir. Liberal politikacılar bile iktidar sahibi olduklarında, genelde liberal prensiplerini –az ya da çok- arka plana atmışlardır. Özel mülkiyet üzerinde baskıcı sınırlamalar koyma, politik gücünü kötüye kullanma, devletin kudret alanı dışında başka özgür bölgeler olduğunu tanımayı ve saygı göstermeyi reddetme gibi eğilimler hükümeti kontrol edenlerin zihninde öyle kök salmıştır ki, karşı koymak çoğu zaman imkansız olmuştur. Zaten liberal hükümet, kendi içinde çelişkili bir sözdür. (condratictio in adjecto) İdareciler –kendi kendilerine liberal olacağı beklenmeyeceği için- liberalizmi benimsemeye halkın oybirliğiyle zorlanmalıdır. Tamamı eşit derecede zengin olan çiftçilerden oluşan bir toplumda, yöneticilerin halkın özel mülkiyetini kolayca kabullenmesini sağlayan şeyi anlamak kolaydır. Böyle bir toplumda, çiftçilerin özel mülkiyetini kısıtlamaya yönelik her girişim, kalabalıkların ani direnişiyle karşılaşacak ve yönetimin sonunu getirecektir. Ama toplum yaşamının sadece tarımsal üretime değil, geniş-ölçekli sanayi, maden ve ticaret gibi büyük teşekküllere dayalı endüstriyel üretime bağlı olduğu bir toplumda durum tamamen farklıdır. Böyle bir toplumda devlet yönetiminde olanların, özel mülkiyet aleyhine hareket etmesi mümkündür. Aslına bakılırsa, devlet adına özel mülkiyet aleyhine hareket etmek için bundan daha iyi bir durum yoktur, çünkü kalabalıkları toprak ve sermaye sahiplerine karşı ayaklandırmak her zaman en kolay şey olmuştur. Bu yüzdendir ezelden beri, bütün mutlak monarşi sahipleri, despotlar ve diktatörler, mülk sahibi sınıfların karşısında olan halkla ittifak kurmayı kendine görev edinmiştir. Napolyon’un İkinci İmparatorluğu, sezarizm üzerine kurulmuş tek rejim değildir. Hohenzollern ailesi (Prusya Devleti) de bu fikri Alman siyasi hayatına sokarak işçi sınıfını ayaklandırmış, liberal burjuvaziye karşı verdiği devletçilik ve müdahalecilik savaşı için kullanmıştır. Schmoller ve taraftarları tarafından çokça övülen “sosyal monarşi” kavramının temelinde yatan prensip de budur. Fakat onca eziyet ve zulme rağmen, özel mülkiyet kurumu ayakta kalmayı başarmıştır. Ne devletlerin düşmancıl tavrı, ne yazarlar ve ahlakçılar tarafından, kiliseler ve dinler tarafından yürütülen kara propaganda çalışmaları, ne kalabalıkların –içgüdüsel kıskançlık duygularından kaynaklanan- öfkesi onu yok edebilmiştir. Onu başka bir üretim ve dağıtım metoduyla değiştirmek üzerine yapılan her türlü girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır –kimi zaman absürtlük derecesine kadar. İnsanlar özel mülkiyet kurumunun vazgeçilemez olduğunu, sevseler de sevmeseler de ona dönmek zorunda olacaklarını anlamak zorunda kalmıştır. Tüm bunlara rağmen insanlar, bu üretim faktörleri üzerindeki özel mülkiyet kurumuna geri dönmelerinin sebebinin, özel mülkiyetin toplum içindeki bireyin hayatındaki beklentilerine ve ihtiyaçlarına hizmet eden yegane ekonomik sistem olduğu –bunun dışındaki sistemlerin uygulanamaz olduğu- gerçeğini kabul etmekten aciz kalmışlardır. İnsanlar, özel mülkiyetin şeytani ve ahlaki bakımdan yeterince evrimleşilmediği sürece –en azından şimdilik- vazgeçilemez bir kurum olduğunu söyleyen ideolojilere gönül vermekten kendilerini alamamışlardır. Devlet idaresiyse, özel mülkiyetin varlığıyla –gizli amaçlarına ve merkezi güçten gelen kalıtsal eğilimlerine ters olarak- uzlaşmayı başarmış olsalar da, özel mülkiyete düşman olan ideolojilere sıkıca –gayet içten bir şekilde- sarılmayı sürdürmektedirler. Hatta özel mülkiyete olan karşıtlıklarını prensipte doğru olarak değerlendirip, bu prensipten her sapmanın ya kendi güçsüzlüklerinden ya da güçlü grupların çıkarlarına gösterdikleri anlaşmalı tavizlerden kaynaklandığını düşünmektedirler.
Ludwig von Mises, Liberal Ekonomi ve Mülkiyet [Liberalizm Bölüm 2’.] Çeviri: Adil Peker
Comentários