Hoppean Bir Analiz
Andrew Young - 18.02.2020
Lihtenştayn uzun zamandır dünyanın en özgür ve müreffeh ülkelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Ancak, var olan az sayıdaki araştırma Almanca olduğu ve bu nedenle çoğu Amerikalı akademisyen tarafından erişilemediği için Lihtenştayn’ın gelişimi hakkında çok az analiz yapılmıştır. Dahası, birçoğu Lihtenştayn’ı anakronik bir siyasî sisteme dayanan bir tarih kazası olarak gördükleri için incelemeye bile gerek duymamıştır. Lihtenştayn monarşisi, diğer Avrupa devletlerinin çoğundaki monarşilerin aksine, geniş yetkilere sahiptir ve hükümetin günlük faaliyetlerine katılmaktadır. Aslında, 2003 yılında Lihtenştaynlılar monarşiye daha da fazla güç vermek amacıyla referanduma gitmiş ve BBC’nin “prenslerini yeniden mutlak monark (hükümdar) yapmak için oy kullandılar” şeklindeki yorumlarına yol açmıştır.¹
Ancak son zamanlarda yapılan çalışmalar Lihtenştayn’ın başarısının nedenlerini incelememize olanak sağlıyor. İngiltere’nin eski İsviçre ve Lihtenştayn Büyükelçisi David Beattie, 2004 yılında kapsamlı bir Lihtenştayn tarihçesi yayınlamıştır.² Pierre Raton’un daha önceki araştırmasıyla birleştirilerek uzun bir çalışma hâlini alan bu kitap, Lihtenştayn’ın gelişimini analiz etmek için yeterli malzeme sunmaktadır.
İktisatçı ve siyaset felsefecisi Hans-Hermann Hoppe’nın çalışmaları, özellikle de Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order adlı ufuk açıcı kitabı Lihtenştayn’ın gelişimini analiz etmek için bize gerekli zemini sağlamaktadır. Hoppe kitabında, yaygın kanının aksine monarşiden demokrasiye tarihsel geçişin ilerlemeyi değil gerilemeyi temsil ettiğini savunuyor. Hoppe teorisini desteklemek için iki parçalı bir tez sunuyor. Birincisi, monarklar, demokratik yöneticilerin aksine, düşük zaman tercihlerine sahip olma eğilimindedirler; bu nedenle, devletin uzun vadeli sermaye değerine zarar verme korkusuyla mümkün olduğunca savaşlardan ve yüksek vergilendirmelerden kaçınırlar. İkinci olarak, monarşi altında yönetenler ve yönetilenler arasında net bir ayrım vardır; Hoppe’un deyimiyle bu “sınıf bilinci” halkı hükümetin aşırılıklarına karşı direnç göstermeye teşvik eder.³
Bu makalenin ilk bölümünde Hoppe’nın tezi ayrıntılı olarak açıklanacak ve özellikle Lihtenştayn’ın gelişiminde kilit rol oynayan iki faktöre, yani zaman tercihi ve sınıf bilincine odaklanılacaktır. İkinci bölümde Hoppe’nın teorisi Lihtenştayn’ın tarihi bağlamında ele alınacaktır. Üçüncü bölüm ise Lihtenştayn’ın kadir-i mutlak devletler çağında özgürlüğünü neden koruyabildiğini açıklayacaktır.
Hoppe’nın Monarşi ve Demokrasi Teorisi
Öncelikle Hoppe’nın zaman tercihi tanımını ve devlet tanımını aktarmak gerekir. Zaman tercihi, insanların gelecekteki faydalara şimdiki faydalardan daha fazla değer verme derecesidir. Zaman tercihi düşük olan bir kişi geleceğe yöneliktir, örneğin tasarruf ve yatırım yapmayı bugün harcama yapmaya tercih eder. Buna karşın, zaman tercihi yüksek olan bir kişi şimdiki zamana odaklıdır ve anlık hazları tercih eder.⁴ Hoppe devleti, nihai karar verme (yargı yetkisi) ve mülkiyet haklarını ihlal (vergilendirme) yoluyla kaynakları kamulaştırma konusunda bölgesel bir tekel olarak tanımlar. Devletler, doğaları gereği, yöneticilerin yetkileri altındaki toprak miktarını artırmaya çalışması nedeniyle genişleme eğilimindedir. Dahası, yöneticiler artan bir oranda servete el koyma eğilimi de göstereceklerdir. Kısacası, bir devletin yönetici sınıfı, devletin kaynaklarını doğal olarak kendi çıkarları için kullanmaktadır.⁵
Bir monarşide, kraliyet ailesi devletin “sahibidir”, çünkü hüküm süren hükümdar ölene kadar devletin kontrolünü elinde tutar ve mülkiyeti varisine devreder. Devlet aslında özel mülkiyettir ve Hoppe bu nedenle kalıtsal monarşiyi “özel devlet mülkiyeti” olarak nitelendirir.⁶ Bir hükümdar, tebaasını vergilendirirken vergi oranlarını mümkün olduğunca düşük tutacaktır çünkü devletin tam anlamıyla “sahibi” olduğu için tebaasını mümkün olduğunca üretken kılmak konusunda bir güdüye sahiptir. Yüksek vergiler nihayetinde devletin uzun vadeli sermaye değerini düşürür çünkü insanlar değerli şeyler ürettiklerinde, çalışmalarından kâr elde etmeyi beklerler, ancak vergiler yüksekse, emeklerinin meyveleri sadece devlete gideceğinden, üretmeye devam etmek için çok az teşvikleri olur. Dolayısıyla vergiler arttıkça üretkenlik azalır. Yani yüksek vergiler devletin uzun vadeli sermaye değerini ve dolayısıyla hükümdarın gelecekteki vergi gelirini azaltır. Sonuç olarak, hükümdarlar düşük zaman tercihlerine sahip olma eğilimindedir ve bu nedenle vergilendirme tekellerinin sermaye değerini korumak için vergileri düşük tutarlar. Aslında, hükümdarlar sıklıkla kendi “sıradan” işlerini de yürütmüşlerdir, böylece kendilerini yalnızca vergi gelirleriyle geçindirmek zorunda kalmamışlardır.⁷
Buna karşın demokrasilerde yürütme organı genellikle belirli bir süre için (genellikle dört yıllığına) seçilen bir başkan ya da başbakandır. Devletin mülkiyetini mirasçılarına devredemez ve aslında kendisi de devletin sahibi değildir. Bunun yerine, başkanlar en iyi şekilde “geçici bekçiler veya emanetçiler” olarak nitelendirilebilir.⁸ Devletin sahibi özel bir aile değil, halktır. Dolayısıyla demokrasi, kamuya ait bir hükümet olarak tanımlanabilir. Başkan vergilendirme ve yargı tekelini sadece kısa bir süre için kontrol ettiğinden, iktidarda olduğu süre boyunca devleti ve tebaasını mümkün olduğunca sömürme güdüsüne sahiptir; demokratik olarak seçilmiş bir başkanın zaman tercihi yüksek olacaktır. Yani bir demokraside, yöneticilerin görevdeyken güçlerini maksimize etmek için yüksek vergileri kullanmaları yönünde büyük bir teşviği vardır.⁹ Bu teoriyi desteklemek için Hoppe, monarkların (hükümdarların) üretkenliği cezalandıran gelir vergisi almadıklarını belirtmektedir; gelir vergisi demokrasinin bir eseridir.¹⁰
Aynı nedenle monarşiler demokrasilere göre daha az borç biriktirir. Bir kralın aşırı borçlanma olasılığı daha düşüktür çünkü “bu ‘doğal’ eğilimi, hükümetin özel sahibi olarak kendisinin ve varislerinin tüm hükümet borçlarının ödenmesinden şahsen sorumlu olduğu gerçeğiyle kısıtlanmıştır.”¹¹ Bir monark iflas edebilir ve alacaklıları onu borçlarını ödemek için mal varlığını nakde çevirmeye zorlayabilir. Buna karşın başkanlar aşırı borç biriktirme eğilimindedir. Biriktirdikleri borçlar özel değil, kamusal olarak kabul edilir. Bir hükümdarın aksine bir başkan şahsen sorumlu tutulamaz. Bu da gelecek nesillere aktarmak üzere büyük miktarda borç biriktirmek için daha fazla teşvik yaratır.¹²
Bir hükümdar, devletin özel sahibi olarak, mevcut özel mülkiyet hukukunu korumayı tercih etme eğiliminde olup, geliri ve mülkiyeti yeniden dağıtmak için çok az teşvike sahiptir. Gümrük tarifeleri, refah ve sosyal yardım programları veya sanayi sübvansiyonları gibi mekanizmalar yoluyla zenginliği yeniden dağıtmak için çok az motivasyonu vardır, çünkü herhangi bir yeniden dağıtımın nihai etkisi verimsizliği ödüllendirmektir. Verimsizliğin ödüllendirilmesi sadece gelecekteki verimsizliği teşvik eder; bu nedenle yeniden dağıtım bir devletin sermaye değerini azaltır. Buna karşılık, bir başkan ve seçilmiş yasama organı, yeni seçmen kitleleri kazanmak için giderek daha fazla pozitif “kamu” hukuku yaratmayı tercih edecektir; zira devletin sahibi değildirler ve bu nedenle değerini korumak için hiçbir teşvikleri yoktur. Dolayısıyla, bir demokrasi altında gümrük tarifeleri, refah programları ve sanayiye devlet yardımı yaygınlaşacaktır.¹³
Demokrasiye eşlik eden servetin yeniden dağıtımının her ikisi de olumsuz nitelikte iki etkisi vardır. Birincisi, hukuk “giderek daha esnek ve öngörülemez hâle gelir.”¹⁴ Bu durum zaman tercihlerini yükseltir, çünkü mülkünüzün her an elinizden alınabileceğini biliyorsanız tasarruf etmek için çok az sebebiniz olur; işletmeler daha az yatırım yapar ve insanlar daha az tasarruf eder. Ayrıca, suç oranlarını da artırır, çünkü yasalar sürekli değişkenlik gösterir ve sabit ölçütler, normlar, standartlar kalmaz. İkinci olarak, yeniden dağıtım, neredeyse tüm işletmelerin ve bireylerin devlete bağımlı olması şeklinde beliren, toplumun “çocuklaşması” sorununa yol açar. Geliri, onu kazanmak için hiçbir şey yapmamış birine aktarmak, onu verimsiz olduğu için âdeta ödüllendirmek anlamına gelir; dolayısıyla yeniden dağıtım, düzeltmek üzere tasarlandığı sorunları teşvik eder. Sübvansiyonlardan ve gümrük tarifelerinden yararlanan işletmeler daha az verimli hâle gelir ve daha fazla gümrük tarifesi ve sübvansiyon isterler. Sosyal yardım alanlar iş aramak yerine daha fazla sosyal yardım talep ederler.¹⁵ Bu durumun bir sonucu olarak çoğu Batılı hükümet, monarşi döneminde neredeyse hiç olmayan kamu refahı ve sosyal yardımlara toplam harcamaların %50’sinden fazlasını ayırmaktadır.¹⁶ Bu durum Hoppe’nın “medeniyetsizleşme süreci” olarak adlandırdığı, yönetenlerle yönetilenlerin zaman tercihlerinin sürekli yükselerek zayıflık gösterdiği ve hükümetin gündelik hayatın neredeyse tüm yönlerine müdahale ettiği bir süreci ortaya çıkarmaktadır.¹⁷
Tüm hükümetler doğaları gereği yayılmacı olsa da, monarşik hükümetler yeni mülkler edinmek için en ucuz ve en az şiddet içeren yolları tercih ederler. Ordu kurmak için vergileri artıran bir hükümdar, devletinin sermaye değerini azaltma riskiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle, hâkimiyet alanlarını siyasî evlilikler ve satın almalar gibi daha az maliyetli yollarla genişletecektir. Hükümdarlar bu yöntemlerle genişleyemediklerinde ve savaşa girmek zorunda kaldıklarında, paralı askerler kiralayarak ve sefer sonunda onları terhis ederek “ucuza” savaşmış olurlar.¹⁸
Demokratik bir yönetici, görevden ayrılmadan önce kazançlarını en üst düzeye çıkarmak ya da yeniden seçilmek için seçmenleri etkilemek amacıyla devletinin toprak varlıklarını mevcut en hızlı yollarla artırma güdüsüne sahiptir. Bu nedenle, bir başkan evlilik ve satın alma yöntemlerini kullanmak yerine, daha hızlı yollarla, yani askerî fetih yoluyla toprak elde edecektir. Aslında, evlilik ve satın alma seçenekleri de demokratik yöneticiler için mevcut değildir çünkü bir başkan devletin “sahibi” olmadığı için hiçbir şeyini de devredemez.¹⁹
Monark yönetiminde hükümet gücünü sınırlayan ikinci bir faktör de tebaanın sınıf bilincine sahip olmasıdır. Bir hükümdar devlete özel olarak sahip olduğu için, hükümet işlerini ailesine, arkadaşlarına ve saray mensuplarına dağıtacaktır. Genel nüfusa görev vermek için çok az teşviği bulunur, çünkü bu durum halk tabakasının hanedanın kazançlarına göz dikmesine ve gasba kalkışmasına neden olur. Dolayısıyla monarşi altında genel nüfusta bir “sınıf bilinci” gelişir.²⁰ İnsanlar kendileri ile yönetici sınıf arasında net bir ayrım görür ve bu nedenle özgürlüklerini şiddetle korurlar. Ağır vergilendirmeye direnirler ve savaşları kendilerinin değil de monarkın ve hanedanın sorunu olarak görürler. Dolayısıyla hükümdar, tebaasını askere alma gücünden yoksundur ve paralı asker kiralamakla yetinir. Halk ayrıca hükümdarın savaşları kendisinin finanse etmesini bekler; eski monarşilerde hükümdarlar savaşların masraflarını ya kendileri öder ya da çok az vergilendirme ile finanse ederdi. Buna karşın, yönetenler ile yönetilenler arasında hiçbir ayrımın görülmediği demokrasilerde, halk tüm ülkeyle duygusal bir özdeşleşme kuracağı için milliyetçilik kural hâline gelir. Böylece, halk kitlesel askere alma ve ağır vergilendirmeyi tolere eder.²¹
Demokrasi altında yöneticilerin kişisel özellikleri de yozlaşır. Doğuştan iktidar mevkilerine gelen krallar ve prensler “zararsız birer avare, hatta iyi ve ahlâklı birer insan bile olabilirler.”²² Buna karşılık seçimlerle iş başına gelen bir başkanın demagog olması neredeyse kesindir çünkü demokrasi hayatın her alanını siyasallaştırır; hiçbir şey siyaset alanının dışında değildir. Bu durum ancak demokrasi altında hüküm sürmektedir çünkü yukarıda da belirtildiği gibi yöneten ve yönetilen arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Artık herkes yağmaya katılabildiğinden, halk hükümetin yapacağı değişikliklere karşı çok az direnç gösterir. Bu da sosyal yardım programları aracılığıyla kitlelere sadakalar sunarak onların kıskançlıklarını ve gıpta duygularını körüklemeleri için politikacıları teşvik eder. Böyle bir sistemde, en başarılı politikacı yalnızca en iyi demagojiyi yapan kişi olacaktır.²³ H. L. Mencken’in ifadesiyle, başarılı bir demokratik politikacı neredeyse her zaman “domuzların önünde tevazu göstermek” zorundadır.²⁴ Dahası, monarşi prensler arasında kozmopolit bir bakış açısını teşvik eder çünkü demokrasinin aksine milliyetçiliği hoş görmez. Milliyetçi bir bakış açısına sahip olmayan prensler diğer bölgelerin dillerini ve geleneklerini öğrenip diplomaside daha becerikli olmaya özen gösterirler.²⁵ Dolayısıyla monarşi iyi huylu bir hükümdar olasılığını serbest bırakır; demokrasi ise sadece en kötülerin en tepeye çıkmasını garanti eder.
Son olarak, monarşik yönetim liberteryenlere demokrasi altında mevcut olmayan bir “yukarıdan reform” seçeneği sunar. Yukarıda da belirtildiği gibi bir hükümdar, konumuna doğuştan sahiptir ve bu nedenle iyi bir insan olabilir. Buna karşın, demokratik politikacılar “günümüzde demagojik yeteneklerine ve alışkanlık derecesinde ahlaksız oldukları kanıtlanmış sicillerine göre seçilmektedirler”²⁶ ve bu nedenle liberteryen fikirlere adapte edilmeleri pek olası değildir.²⁷
Hoppe’nın Teorisiyle Lihtenştayn
Devletin Kuruluşu
Lihtenştayn’ın kuruluşu Hoppe’nın özel hükümet teorisiyle örtüşmektedir; devlet iki bölgenin barışçıl bir şekilde siyasî olarak satın alınmasıyla kurulmuştur. Liechtenstein Hanedanı, bugün modern Liechtenstein’ı oluşturan toprakları 1699 yılında Prens Johann Adam Andreas von Liechtenstein’ın Schellenberg Lordluğu’nu satın almasıyla bir araya getirmeye başladı. Prens, Vaduz bölgesi üzerinde de ilk tercih hakkını elde etti ve bu hakkı 1712 yılında kullandı. Önceki sahibi, diğer nedenlerin yanı sıra sosyal ve mali istikrarsızlık ve doğal kaynakların eksikliği nedeniyle bölgelerin gelirlerini yetersiz bulmuş ve “iki bölgenin gelirlerine ihtiyaç duymayacak kadar zengin bir alıcı” bulmak istemişti.²⁸ Avusturya İmparatoru VI. Charles, Hans-Adam’ın halefi Prens Anton Florian’ın 1719’da bölgeleri Lihtenştayn Hanedanı adı altında birleştirmesine izin vererek onu Kutsal Roma İmparatorluğu’nun 343. eyaleti konumuna getirdi.²⁹ Prenslik, 1806’da tam egemenliğini elde edene kadar İmparatorluk içinde kaldı.
Dış Politika
Zaman tercihi ve sınıf bilinci Lihtenştayn’ın dış politikasını makul ve ölçülü kılmıştır; ordunun lağvedilmesi de muhtemelen bunun en iyi örneğidir. Avusturya-Prusya savaşı 1866’da başladığında Lihtenştayn, Lihtenştayn Hanedanı ve Habsburg Hanedanı uzun bir ilişkiye sahip olduğu için komşusu Avusturya’yı desteklemişti. Prens II. Johann 80 Lihtenştaynlıdan oluşan bir orduyu İtalya’daki savaşa götürdü; Hoppe’nın teorisinin de öngördüğü gibi, II. Johann seferi kendisi finanse etti (aslında ordunun giderlerini tamamen kendi parasıyla karşılıyordu). Savaşın sonunda Alman Konfederasyonu dağıldı ve Konfederasyon’un bir üyesi olarak Lihtenştayn’ın bir ordu bulundurma yükümlülüğü vardı. Raton’a göre bu yükümlülük ortadan kalkınca, II. Johann orduyu gereksiz bir masraf olarak gördü ve 1868’de lağvetti.³⁰
Raton ve Beattie’nin ordunun lağvedilmesi konusunda aynı fikirde olmadıklarını belirtmek gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi Raton bunu II. Johann’ın tek taraflı bir maliyet düşürme kararı olarak nitelendirmektedir. Beattie ise bunun aksine, savaş sona erdiğinde Parlamento’nun “daha fazla askerî harcamanın onaylanmasını reddetme şansını yakaladığını” iddia eder. Beattie’ye göre II. Johann Parlamento’ya bu konuda karşı çıkmış ama sonunda kabul etmiştir. Ancak her iki senaryoda da Lihtenştayn’ın özel hükümeti ordunun ortadan kaldırılmasında kilit bir rol oynamıştır. Eğer Raton haklıysa, II. Johann’ın düşük zaman tercihi, orduyu kişisel serveti üzerinde gereksiz bir yük olarak görmesine neden olmuştur. Parlamento halka en yakın hükümet organı olduğu için de sınıf bilinci Beattie’nin açıklamasında kilit rol oynamıştır; eğer Parlamento Johann’ı orduyu dağıtmaya zorladıysa, muhtemelen daimî bir orduyu özgürlük için bir tehdit olarak gören seçmenlerinin sınıf bilincini yansıtmışlardır.
Lihtenştayn her iki dünya savaşı boyunca daimî bir ordu bulundurmama politikasını sürdürdü. Beattie, “Prenslikteki güçlü Avusturya yanlısı ruh hâli” ve Lihtenştayn Hanedanı’nın Avusturya ile olan tarihsel bağları göz önüne alındığında, “II. Johann’ın bu kadar sağlam ve ileri görüşlü bir pozisyon almış olması belki de şaşırtıcıdır” diye yazmaktadır. Bir hükümdarın ileri görüşlülüğünün halkını felaketten kurtardığına dair daha iyi bir tarihi örnek bulmak epey zordur.
Ekonomi Politikaları
Zaman tercihi ve sınıf bilinci Lihtenştayn’ın tarihi boyunca ticarî ve kişisel vergileri düşük seviyelerde tutmayı sağlamıştır. Vergi kanunu, Amerika Birleşik Devletleri’ndekinin aksine, aşırı derecede ayrıntılı değildir.³¹ Vergi sistemi artan oranlıdır ve azami kişisel gelir vergisi oranı -ulusal ve yerel toplamda- sadece %17,01’dir; artan oranlı bir servet veya varlık vergisi de vardır, ancak azami oran sadece %8,5’tir.³²
1920’lerden bu yana Lihtenştayn’ın ticarî vergi politikaları, yaratılan servet, gelir ve kârdan ziyade (ekonomik iklime uyum sağlamak için değişiklikler olsa da) mevcut sermayeye odaklanmış ve her zaman düşük kalmıştır.³³ Bu politika, düşük bir zaman tercihini yansıtmaktadır çünkü iş dünyası ve endüstrinin devletin uzun vadeli sermaye değerini artırmasına izin vermektedir; ürettikleri servetin büyük bir kısmını ellerinde tutmakta ve araştırma ve geliştirme yapmak için kullanmaktadırlar. Bu durum Lihtenştayn’ın küçük boyutu göz önüne alındığında araştırma ve geliştirme alanında beklenmeyecek ilerlemelere yol açmıştır. Örneğin, 2000 yılında Lihtenştayn’daki sanayi firmaları ihracat cirolarının yaklaşık %5’ini araştırma ve geliştirme için harcamış ve personellerinin %11’ini bu alana ayırmıştır.³⁴
Lihtenştayn sosyal güvenlik, sağlık, maluliyet ve işsizlik sigortası gibi bazı sosyal refah programları oluşturmuştur. Ülkenin, refah devletlerinden müteşekkil bir kıtadaki konumu göz önünde bulundurulduğunda bu durum şaşırtıcı olmamalıdır. Ancak Lihtenştayn’ın sosyal yardım ve refah harcamaları, yukarıda da belirtildiği gibi, sosyal yardım harcamalarının genellikle hükümet harcamalarının %50’sinden fazlasını oluşturduğu demokratik refah devletlerine kıyasla oldukça düşüktür. Lihtenştayn 2001 yılında bütçesinin sadece %20’sini sosyal refaha harcamıştır.³⁵ Beattie Lihtenştayn’ın “bir yardım kültüründen” yoksun olduğunu ve refah programlarının karşılıklı ödün esasına dayandığını, yardım alanların devlete bağımlılıktan kaçınmak için mümkün olan en kısa sürede iş bulmalarını zorunlu kıldığını belirtmektedir.
Sınıf bilinci Lihtenştayn’da devletin ekonomiye müdahalesini sınırlamada önemli bir rol oynamıştır. Örneğin Beattie Lihtenştayn halkının tutumunu tanımlarken, devletin taleplerinin “büyük devlete karşı güçlü bir önyargıya sahip olan seçmenlerin geleneksel, bazen de aşırı ihtiyatlılığı” tarafından sınırlandırıldığını belirtmektedir.
Lihtenştayn’ın vergi kaçırmaya ilişkin politikası, ülkenin büyük devlete karşı önyargısına çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Lihtenştayn’da -birçok Batı demokrasisinin aksine- vergi kaçırmak bir suç değildir (ancak bir kusurdur).³⁶ Beattie’ye göre bunun nedeni, “vatandaşın yönetilen bir birimden ziyade güvenilir ve bilgili bir kişi olarak görülmesidir.”³⁷ Gelir İdaresi (IRS) denetimine maruz kalan her Amerikalı, kitle demokrasisinde tam tersi bir zihniyetin hüküm sürdüğünü bilir.
Lihtenştayn halkı düşük zaman tercihlilik ve vergilendirmeye karşı sağlıklı bir şüphecilik sergilemektedir. Beattie’ye göre sonuç şu olmuştur:
Lihtenştayn’ın vergi politikası uzun vadeli, istikrarlı ve öngörülebilirdir. Amaç, vatandaşlara kendi paralarını en iyi şekilde kullanma kararını vermeleri için mümkün olduğunca fazla özgürlük alanı bırakmaktır. Vergi konusundaki kararlar vatandaşların yanı başında ve bazen de onlar tarafından alınır. Merkezî ve yerel yönetim harcamaları şeffaftır ve yakından izlenir. İdarede yolsuzluk söz konusu değildir. Büyük ve savurgan bürokrasiler ve bütçesel sonuçları belirsiz spekülatif büyük projeler yoktur.
Bu nitelikler hükümeti ekonominin diğer alanlarında da kısıtlamıştır. Borçlanma hiçbir zaman bir sorun olmamıştır ve kelimenin tam anlamıyla ulusal borç yoktur. Aşırı harcama gibi bir sorun da yoktur; yıllardır bütçe açığı bile verilmemiştir.³⁸ İş dünyası ve sanayi hiçbir zaman devlet sübvansiyonu almamıştır. Beattie Lihtenştayn’ın sanayi firmalarının “batma ya da çıkma konusunda kendi hâllerine bırakıldığını” belirtmektedir. Tabii, Hoppe’nın öngördüğü üzere, “hiçbir devlet yardımı olmadan da hep yüzeye çıkmışlardır.”³⁹
Günümüzde Monarşi
Yukarıda da belirtildiği üzere, Lihtenştayn kadim rejimin pek çok özelliğini muhafaza etmektedir. Monarşi, yargıçları atama, yasaları veto etme ve Parlamento’yu feshetme hakkı da dâhil olmak üzere geniş yetkilere sahiptir. Dahası, Hoppe’nın teorisinin öngördüğü gibi, Monarşi çok sayıda işletmeyi (Lihtenştayn’ın LGT Bankası ve bir pirinç teknolojisi şirketi gibi) elinde tutmakta, böylece yalnızca vergi gelirleriyle kendini finanse etmek zorunda kalmamaktadır; hatta monarşi hiçbir vergi geliri elde etmeyerek tamamen kendi kendini geçindirmektedir.⁴⁰
Monarşinin liberteryen fikirlere açık olduğu da kanıtlanmıştır. İktidarı oğluna devrettiği 1989 yılından 2004 yılına kadar hükümdarlık yapan Prens II. Hans-Adam (kendisi hâlâ devlet başkanıdır), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ile girdiği bir anlaşmazlıkta ülkesinin düşük vergilerini etkili bir şekilde savunmuştur. 1996 yılında OECD “zararlı vergi rekabeti” üzerine bir proje başlatmıştı.⁴¹ Bir dizi raporun ardından OECD Lihtenştayn’ı (Monako, Andorra ve diğer küçük devletlerle birlikte) “İşbirliğine Yanaşmayan Vergi Cenneti” olarak tanımladı.⁴² OECD -Lihtenştayn’ın üye olmamasına rağmen- vergi politikalarını ve bankacılık gizliliği yasalarını daha büyük, daha merkeziyetçi demokrasilerinkiyle uyumlu hâle getirmediği takdirde Lihtenştayn’a yaptırım uygulanması çağrısında bulundu. OECD, düşük vergiler ve liberal bankacılık gizliliğinin, sermayeyi daha küçük yargı bölgelerine taşımak yönünde uluslararası işletmeleri cesaretlendirdiğini iddia ediyordu. Prens II. Hans-Adam, Lihtenştayn’ın listeden çıkarılması için OECD ile görüşmelere başladı. Ancak OECD Lihtenştayn’a bir üye devlete gösterdiği muameleyi göstermeyi reddedince Prens de müzakereleri sonlandırdı.⁴³
Hans-Adam, OECD ile yapılan görüşmeler sırasında ekonomik merkezîleşmeye yönelik ileri görüşlü eleştirilerde bulundu. OECD üyelerinin iyi niyetlerine rağmen, önerilerinin nihai sonucunun “dünya çapında bir vergi karteli” olacağını savundu.⁴⁴ Prens, merkeziyetçi vergilendirme ve mali mahremiyetin sınırlandırılmasının sıradan vatandaşlara suçlu muamelesi yapacağını, onları bir suçla itham edilmemiş olsalar bile masumiyetlerini kanıtlamaya zorlayacağını belirtti. Prens, suçluların bile suçları kanıtlanana kadar masum kabul edildiklerine dikkat çekmişti. Beattie bu pozisyonu Hans-Adam’ın 29 Mart 2001 tarihli Taht Konuşması’nı anlatırken açıklamaktadır:
Kapsamlı ve dünya çapında bir bilgi alışverişi, vatandaşları tüm mali işlerinde devlet karşısında tamamen şeffaf bırakacak ve (adi suçluların aksine) sürekli olarak yetkililere masumiyetlerini kanıtlamak zorunda bırakacaktır. Niyet iyi olabilir; ancak mantıksal sonuç, arka planda ipleri elinde tutan birkaç politikacı dışında kimseye karşı sorumlu olmayan OECD adında bir dünya hükümeti olacaktır.
Hans-Adam, Lihtenştaynlıların 2003 yılında anayasa değişiklikleri paketini onaylamasıyla liberteryen bir “yukarıdan reform” yapmayı başarmıştır. Beattie Anayasa’nın I. Maddesi’nin şu şekilde değiştirildiğini belirtmektedir: “Lihtenştayn Prensliği’nin amacı, sınırları içinde yaşayan insanların birbirleriyle özgürlük ve barış içinde yaşamalarını sağlamaktır.” Beattie bu cümlenin “Devlet üyeliğinin özgür iradeye dayandığını ve devletin kendi içinde bir amaç olmadığını vurgulamak için” eklendiğini belirtmektedir. Buna karşın demokrasi altında devlet gerçekten de “kendi içinde bir amaç” hâline gelme eğilimindedir. Demokrasiler, hiçbir muhalefetin hoş görülmediği ve bireylerin yüceltilmiş, soyut bir ulus-devlet lehine kişiliklerinden yoksun bırakıldığı duygusal, milliyetçi bir kolektivizme yatkındır.⁴⁵ Erik von Kuehnelt-Leddihn, isabetli bir şekilde “The Menace of the Herd” (Sürü Tehdidi) başlığını taşıyan kitabının tamamını demokrasinin bu rahatsız edici özelliğine ayırmıştır. Kuehnelt-Leddihn modern demokrasiyi “oklokrasi” (çete yönetimi) olarak adlandırarak şöyle yazmaktadır: “Oklokrasinin gerçek ruhuyla uyumlu tek özgürlük kolektif özgürlüktür, yani bir sınıfın ya da bir ulus devletin özgürlüğüdür.” ABD hükümetinin “dünyayı demokrasi için güvenli hâle getirmek” amacıyla girdiği Birinci Dünya Savaşı sırasında sivil özgürlüklere getirdiği kısıtlamalar belki de bu eğilimin en iyi kanıtıdır. Savaştaki tüm ülkeler arasında Amerika tartışmasız en demokratik olanıydı. Yine de, tarihçi Niall Ferguson’un belirttiği gibi, muhalefete karşı en sert önlemler Amerika’da alındı; Ferguson bunları “acımasız” olarak tanımlıyor ve “Müttefik güçlerin özgürlük için savaşma iddiasıyla alay ettiklerini” kaydediyordu.⁴⁶
Prens’in Anayasa değişiklik paketi bir başka liberteryen öneri daha içeriyordu: Yerel idarelerin devletten ayrılma (secession) hakkının garanti altına alınması. Prensi eleştirenlerden bazıları bu önlemin bölünmeyi teşvik edeceğini ve zaten yerel idarelerin mevcut hükümler uyarınca ayrılma hakkına sahip olmaları nedeniyle gerekli olmadığını savundu. Ancak II. Hans-Adam, iki nedenden ötürü ayrılma hakkının Anayasa’da açıkça belirtilmesini istiyordu. Birincisi, kendi kaderini tayin hakkına sıkı sıkıya inanıyor ve uluslararası alanda örnek teşkil etmek istiyordu. İkincisi, özellikle ileri görüşlü, basiretli bir gözlemle, bir noktada İsviçre’nin Avrupa Birliği’ne katılabileceğini ve eğer katılırsa, ülkeler arasındaki yakın iktisadî ve siyasî bağlantılar nedeniyle Lihtenştayn’ın da onu takip edebileceğini belirtiyordu. Bununla birlikte, bazı yerel idareler Avrupa Birliği’ne katılmak istemeyebilir ve ayrılma hakkının kanunla düzenlenmesi, ayrılmayı tercih etmeleri için bir yol sağlayabilirdi.⁴⁷
İlginçtir ki Hans-Adam’ın ayrılma konusundaki ilk önerileri yerel idarelerle sınırlı değildi; o bölgelere ve hatta bireylere de ayrılma hakkı vermek istiyordu. Ancak onu eleştirenler bu hususların uygulanamaz olduğunu düşünüyordu. Beattie, Hans-Adam’ın bireylerin ayrılmasına izin verme önerisi üzerindeki tartışmalara çok az zaman ayırmış, sadece bazı eleştirmenlerin bireylerin zaten ülkeyi terk ederek ayrılabileceğini savunduğunu belirtmiştir.⁴⁸ Ancak, bireyler zaten ülkeyi terk edebildiklerine göre, bu hakkı anayasallaştırmak pek mantıklı olmazdı. Dolayısıyla Prens muhtemelen Herbert Spencer, Hans-Hermann Hoppe ve Murray Rothbard gibi liberteryenlerin önerdiğine benzer bir şekilde bireylerin kendilerini devletten bağımsız ilan etme hakkını garanti altına almak istemiştir.⁴⁹ Prensliğe üyeliğin özgür iradeye dayandığını vurgulayan I. Madde değişikliği ışığında değerlendirilen bu öneri, Hans-Adam’ın ayrılma ve devlet konusundaki liberteryen görüşlerden etkilendiğini göstermektedir. Andrei Kreptul’un belirttiği gibi, ayrılma hakkını tanıyan liberal demokrat düşünürler bile modern zorunlu devleti “âdil” bir toplum için kesinlikle gerekli görmekte ve bireylerin ayrılmasını desteklememektedir.⁵⁰
Bununla birlikte, Lihtenştayn birçok yönden kadim rejime benzese de, artık biçim olarak özel bir hükümet değildir; monarşi artık devletin sahibi değildir. Raton prensliğin artık “Prensin kişisel mülkü” olmadığını belirtmektedir. Lihtenştayn’ın anayasası doğrudan demokrasinin pek çok unsurunu içermektedir ve halk monarşiyi ortadan kaldırmak için bile oy kullanabilmektedir.⁵¹ Dolayısıyla, halkın devletin sahibi olduğuna dair demokratik fikir Lihtenştayn’da bile yerleşmiştir. Ancak yukarıdaki tartışma, Lihtenştayn’ın özünde özel bir hükümet olarak kaldığını güçlü bir şekilde göstermektedir. Şimdi Lihtenştayn’ın artık şeklen bir özel hükümet olmadığı durumda dahi neden özel hükümet mülkiyetinin liberteryen yönlerini koruduğu sorusunu ele almalıyız.
Lihtenştayn Neden Özgürlüğünü Sürdürebiliyor?
Yukarıda sorulan sorunun cevabı iki yönlüdür. Birincisi, Lihtenştayn Fransız İhtilali ile ilişkili siyasî fikirlerden ve şiddetli ayaklanmalardan nispeten izole kalmıştır. Bazı demokratik fikirler benimsenmiş olsa da -ki benimsenmemesi imkânsızdır- Lihtenştayn siyasî kültüründe ani ve şiddetli değişimler yaşamamıştır. İkinci olarak, bazı demokratik fikirler yerleşmiş olsa da, devletin küçüklüğü demokratik politikacıları radikal değişiklikler yapmaktan caydırmaktadır.
Fransız İhtilali’nden İzolasyon
Fransız İhtilali ve sonrasındaki -günümüze kadar uzanan- süreç Batı’nın mevcut sorunlarının çoğuna neden olmuştur ve Lihtenştayn’ın bu olaylardan görece uzak ve izole kalması, sahip olduğu refahı açıklamaktadır. Erik von Kuehnelt-Leddihn’in meşhur bir şekilde yazdığı gibi, “Sıradan bir insan için tüm sorunlar İkinci Dünya Savaşı’na dayanır; daha bilgili olanlar için Birinci Dünya Savaşı’na; hakiki bir tarihçi içinse Fransız İhtilali’ne.” Dolayısıyla, araştırmamız Fransız İhtilali ile başlıyor.
Fransız İhtilali Batı’da kitlesel demokrasinin yeniden doğuşuna işaret etmiştir. O zamana kadar neredeyse tüm Batı hükümetleri görece desentralize monarşiler ya da aristokratik, elitist cumhuriyetlerdi.⁵² Merkezîleşmiş olsalar da bu süreç yavaş işledi ve özgürlükler üzerindeki bazı kısıtlamalara asla müsamaha gösterilmedi. Örneğin, hiçbir hükümdar, en despot olanı bile, kitlesel biçimde zorunlu askerlik hizmeti düzenleyemezdi. Kuehnelt-Leddihn bu noktayı şöyle açıklamaktadır:
XIV. Louis, II. Joseph ya da III. George gibi hükümdarların modern standartlara göre gerçek liberaller olduğu görülmektedir. Bunların hiçbiri ne erkek tebaayı orduya çağıran bir kararname, ne vatandaşlarının beslenmesini düzenleyen bir kararname, ne de her hane reisinden tüm ekonomik faaliyetler hakkında genel bir beyan isteyen bir kararname yayınlayamazdı. Zorunlu askerlik, içki yasağı ve gelir vergisi beyannameleri, mutlak monarkların hayal bile edemeyeceği ölçüde büyük bir güce sahip olan halkın temsilcilerinin demokratik çağına kadar kanun hâline getirilmemiştir.
Fransız İhtilali milliyetçiliğin yükselişine yol açmıştır. Uluslararası bir kurum olan monarşi, milliyetçiliğin yükselmesine elverişli değildi, çünkü çoğu monark yönettikleri halka yabancıydı, başka uluslardan biriyle evliydi veya her iki durum da söz konusuydu.⁵³ Ayrıca, yukarıda da belirtildiği gibi, monarşinin tebaası kendi çıkarlarını bir bütün olarak devletle ilişkilendirmeye daha az meyillidir. Monarşiler Waterloo’dan sonra milliyetçilik ve demokrasi dalgasını geçici olarak durdurmayı başardılar, ancak yine de tohum ekilmişti. Bu savaşın sonunda Avrupa’daki monarşilerin çoğu ya devrilmiş (Fransa, Almanya ve Avusturya’da olduğu gibi) ya da kukla statüsüne indirgenmişti (Birleşik Krallık’ta olduğu gibi). Böylece, Hoppe’nın “medeniyetsizleşme süreci” Fransız İhtilali ile başlamış oldu.⁵⁴
Ancak Lihtenştayn bu çalkantılara karışmaktan kaçınmayı başarmıştır. Örneğin, Raton 1848 Devrimleri’nin Lihtenştayn’da çok az etkisi olduğunu belirtmektedir; başlangıçta bazı huzursuzluklar ve karışıklıklar olmuş ancak bunlar önemli siyasî değişikliklere yol açmadan hızla yatışmıştır. Birçok faktör bir araya gelerek Lihtenştayn’ın siyasî kültüründe toptan bir değişim yaşanmasını engellemiştir. Bunun nedenlerinden bazıları oldukça açıktır. Lihtenştayn doğal kaynaklara sahip değildir ve nispeten uzak, dağlık bir arazide yer almaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri hâline gelmesine rağmen, Lihtenştayn 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarında fakirdi. Bu gerçekler Lihtenştayn’ın küçük boyutuyla birleşince olası istilacılar için cazip olmayan bir hedef hâline geldi.⁵⁵ Örneğin Hitler ülkeyi önemsiz bularak küçümsedi.⁵⁶
Ancak Avrupa’nın geri kalanı savaşa girerken Lihtenştayn’ı izole eden tek şey coğrafi yapısı değildi; hükümdarları da öncü bir rol oynadı. Aslında Lihtenştayn, Napolyon Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nı, bu sıkıntılı dönemlerde hüküm sürmüş prenslerinin çabaları olmasaydı muhtemelen atlatamazdı.
Beattie, Napolyon Savaşları sırasında Lihtenştayn’ın “mantıken Avrupa haritasından silinmiş olması gerektiğini” belirtmektedir. Napolyon Avusturya’yı yendiğinde, birçok küçük Alman hükümdarını kendi topraklarından sürerken Lihtenştayn bu kayıpları telafi etmek için ideal bir bölge olabilirdi.⁵⁷ Napolyon Kutsal Roma İmparatoru Franz’ı tahttan çekilmeye zorladı ve kendi himayesi altında (aralarında Lihtenştayn’ın da bulunduğu) 16 Alman devletinden oluşan Ren Konfederasyonu’nu kurdu.
Napolyon için Lihtenştayn’ı Ren Konfederasyonu’na dâhil etmek pek mantıklı değildi, zira Lihtenştayn “bu çok daha büyük balıklar arasında uyumsuzdu.”⁵⁸ Prens I. Johann’ın Viyana’ya olan sadakatinden vazgeçmeyi ve doğrudan Napolyon’a bağlı olmayı reddettiği düşünüldüğünde bu daha da şaşırtıcı bir durumdu. Alışılmadık bir şekilde, Napolyon Johann’a anlayış göstermek için elinden geleni yaptı ve Konfederasyon’u kuran yasaya, yabancı bir güce sadık kalmak isteyen herhangi bir hükümdarın oğullarından biri lehine tahttan çekilmesine izin veren bir madde ekledi. Belli ki Johann’ın durumu için tasarlanmış olan bu madde, yönetecek durumda olmadığı açıkça belli olan üç yaşındaki oğlu lehine tahttan çekilmesine izin veriyordu. Napolyon, Alman yöneticiler Lihtenştayn’ı kendilerine vermesini talep ettiklerinde bile bu tutumunu sürdürdü.⁵⁹
Napolyon’un Johann’a gösterdiği tarafgirliğin nedenleri belirsizdir. Johann’ın prensliğini korumak için her türlü çabayı gösterdiği açıktır çünkü Liechtenstein Hanedanı’nın prensliği kaybetmesi durumunda prenslik statülerini kaybedeceklerini ve sadece üst aristokrasinin bir üyesi hâline geleceklerini biliyordu. Görünüşe göre Napolyon, Johann’ı kişisel olarak seviyor ve takdir ediyordu ve Johann’ın Viyana’da bir bağlantı olarak veya işbirliği yapmayan Alman yöneticilerin yerine geçebilecek biri olarak faydalı olabileceğine inanmış olmalıydı. Açık olan şu ki, I. Johann’ın diplomatik becerisi, zihinsel bağımsızlığı ve prensliğini koruma kararlılığı olmasaydı Liechtenstein Napolyon Savaşları’ndan sağ çıkamazdı.⁶⁰
Lihtenştayn, bir başka Johann’ın (II. Johann) çabaları sayesinde, Avrupa’nın geri kalanındaki Eski Düzen’i yerle bir eden Birinci Dünya Savaşı’ndan da sağ çıkmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi Johann, o dönemde Lihtenştayn’ın yakın müttefiki olan Avusturya’nın yanında savaşa girmesi için yapılan bazı popüler baskılara rağmen (Avusturya Lihtenştayn’ın yurtdışındaki çıkarlarını temsil ediyordu), katı bir tarafsızlık politikası sürdürdü. Müttefiklerle birlikte savaşmış olsaydı, ülkesi muhtemelen Woodrow Wilson’ın “dünyayı demokrasi için güvenli hâle getirme” çabalarının kurbanı olacaktı. Savaştan sonra Müttefikler Avusturya İmparatorluğu’nu dağıttı; bu da II. Johann’ı Lihtenştayn’ı Avusturya’dan uzaklaştırıp yurtdışında temsil edilmek üzere tarafsız İsviçre’ye yönlendirmeye sevk etti.⁶¹ II. Johann’ın ileri görüşlü politikaları -orduyu dağıtması, Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsızlık politikası ve İsviçre ile ittifak kurması- ülkesinin İkinci Dünya Savaşı sırasında (II. Franz Josef döneminde) tarafsız kalmasına ve böylece 20. yüzyılın bir başka büyük felaketinden kaçınmasına zemin hazırladı.
I. Johann’ın akıllı diplomasisi ve II. Johann’ın öngörüsü, monarşik hükümdarlarda ortak olan ancak demokratik liderlerde genellikle eksik olan yukarıda bahsedilen iki özelliği, yani kozmopolitlik ve ileri görüşlülüğü yansıtmaktadır. I. Johann’ın kozmopolitliği ve diplomatik becerisi, tarihin en büyük ve en acımasız fatihlerinden birinin saygı ve hayranlığını kazanmasını sağlamıştır ki bu fatih daha sonra, kendi çıkarına en uygun olanı topraklarına el koymak olduğu hâlde I. Johann’ın prensliğini koruyarak hayranlığını sergilemiştir. II. Johann’ın öngörüsü onu Birinci Dünya Savaşı’ndan kurtarmış ve İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmasının temelini atmıştır. Demokratik bir yöneticinin Lihtenştayn’ı Napolyon Savaşları’ndan ya da Dünya Savaşları’ndan kurtarabileceği şüphelidir.
Lihtenştayn’ın Fransız İhtilali’nden izole kalmış olması, liberteryen eğilimlerini açıklamaya yardımcı olmaktadır. Ülkenin hükümet ve halk arasındaki ilişki anlayışında meydana gelen değişimler hızlı ve şiddetli olmaktan ziyade yavaş ve azar azar olmuştur. Monarşinin geniş yetkileri Lihtenştayn’ın politikacıları üzerinde ılımlı bir etki yaratmaktadır. Kraliyet vetosundan korktukları için köklü değişiklikler önermekten kaçınmışlar ve hatta II. Franz Josef döneminde olası yasaları önermeden önce Prens ile istişare etmişlerdir.⁶² II. Hans-Adam mesajını iletmek için demeç vermek ve medyada yer almak gibi daha az geleneksel yöntemler kullanmıştır.⁶³ Bu nedenle ülke artık şekil olarak özel bir hükümet olmasa da -günümüzde bir hükümdarın bir devletin kendi mülkü olduğunu iddia etmesi neredeyse imkânsızdır- özünde özel bir hükümet olmaya devam etmektedir; zira asgari vergilendirme ve ekonomiye müdahale gibi eski monarşik politikalar yürürlüktedir. Sonuç, başka hiçbir Batı devletinde bulunmayan bir özgürlük ve refah düzeyidir.
Monarşinin süregelen öncel ve üstün konumu en kötü demagogları bile siyasete girmekten caydırmaktadır -Beattie “II. Hans-Adam’ın bazen kendi başına bir parti olarak tanımlandığını” belirtmektedir. Zira güce aç demagoglar, nüfuz bakımından her zaman monarşinin altında kalacaklarını bildiklerinde iktidara yükselmeye çalışmazlar. Jaime Balmes monarşinin bu avantajını etkileyici bir şekilde anlatır:
Olaylara soyut olarak bakıldığında, kalıtsal monarşiden, yani tahta her an bir çocuğu, bir aptalı ya da bir zavallıyı oturtabilecek bir aileye bırakılan verasetten daha çarpıcı biçimde saçma bir şey yoktur; ancak uygulamada bundan daha akıllıca, ihtiyatlı ve ölçülü bir şey de yoktur. Bu, çağlar boyunca edinilen engin tecrübelerle öğretilmiş, akıl yoluyla gösterilmiş ve seçimli monarşiyi deneyen ulusların acı dolu uyarılarıyla kanıtlanmıştır. Şimdi, bunun nedeni nedir? Açıklamaya çalıştığımız da budur. Kalıtsal monarşi, usulsüz hırsların tüm umutlarını engeller; bu olmadan toplum her zaman yayılması mümkün bir sorunu ve bir gün komutayı ele geçirme umudu taşıyanlar tarafından beslenen bir isyan tohumunu içinde barındırır. Sakin zamanlarda ve kalıtsal bir monarşi altında, bir tebaa, ne kadar zengin olursa olsun, yeteneği ya da cesaretiyle ne kadar üstün olursa olsun, çılgınlıklara kalkışan bir kral olmayı umamaz; ve böyle bir düşünce aklının ucundan bile geçmez. Ama -böyle bir olayın yaşanma olasılığını değil de sadece imkânını kabul ederek- koşulları değiştirin; hemen ateşli adaylar çıkacağını göreceksinizdir.⁶⁴
Devletin Boyutu
Lihtenştayn’da hükümetin büyümesini sınırlayan bir başka faktör de ülkenin küçük bir prenslik olmasıdır. Lihtenştayn küçük bir yüzölçümüne sahiptir ve 2001 yılında nüfusu sadece 33.525’tir.⁶⁵ Küçük devletlerin ekonomiye müdahale etmek için çok az teşviki olur. Bunlardan ilki, devletin tüm bölgelerinin komşu devletlere yakın olmasıdır; bu da vatandaşların diğer devletler hakkında bilgi edinmesini ve gerekirse taşınarak “ayaklarıyla oy kullanmasını” (tepkilerini ülkeden ayrılarak göstermelerini) kolaylaştırır; küçük devletlerin vatandaşları kolayca göç edebilirler çünkü her zaman komşu bir devlete yakındırlar. Bu da küçük devletleri vergileri düşük tutmaya ve ekonomiye mümkün olduğunca az müdahale ederek refahı en üst düzeye çıkarmaya teşvik eder. Vatandaşlarının ülkeyi terk etmesi zor olduğu için çoğunlukla istedikleri gibi vergilendirme ve harcama yapabilen büyük devletlerin aksine, küçük devletler diğer devletlerle rekabet etmek zorundadır.⁶⁶ II. Hans-Adam bunu gözlemlemiş ve olumlayarak şöyle demiştir: “Devletler müşterilerine en düşük fiyattan hizmet sunmak için birbirleriyle barışçıl bir şekilde rekabet etmelidir.”⁶⁷ Buna karşın büyük devletler rekabetten hoşlanmazlar. Amerika Birleşik Devletleri son zamanlarda yurtdışında yaşayan Amerikalılar üzerindeki vergileri artırarak (ve böylece birçok kişinin vatandaşlıktan çıkmasına neden olarak) bu durumu aşırı boyutlara taşımıştır.⁶⁸ Amerika Birleşik Devletleri “vatandaşlarını yurtdışında yaşarken vergilendiren tek gelişmiş ülkedir.”⁶⁹ Amerika’da yaşamayan Amerikalıların Amerikan vatandaşlığının sözde “faydalarından” hiçbirini almadığı düşünüldüğünde bu politika özellikle korkunçtur.
İkinci olarak, korumacılık küçük bir devlette felakete yol açabilir. Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük bir devlette, hükümet iç ticareti kısıtlamadığı sürece, çoğu mal sınırlar içinde elde edilebildiğinden, insanlar fahiş gümrük tarifelerine rağmen refah içinde yaşamlarını sürdürebilirler. Buna karşın, küçük bir devlette iç ekonomi çok daha az çeşitlidir ve insanlar geçinebilmek için komşu devletlerle ticaret yapmak zorundadır.⁷⁰ Bu bağlamda, hukuk filozofu Carlo Lottieri’nin yazdığı gibi:
İsviçre Kantonları, Lihtenştayn, San Marino, Andorra veya Monako uluslararası ticareti reddederek avantaj elde etmeyi asla hayal etmemişlerdir. Büyük Avrupa ruhunun gerçek ve tek mirasçıları olan bu küçük ölçekli siyasî topluluklar, liberteryen ve serbest piyasacı ilkelerin yayılmasıyla yakından ilgilidirler. Kendi uzmanlık alanlarını ihraç etmek ve üretemedikleri (ya da üretemeyecekleri) tüm malları satın almak istemektedirler. Aslında bu küçük siyasî oluşumlar şu önemli dersi verebilecek en iyi konumdadır: Uluslararası iş bölümü bireyler, aileler, topluluklar ve şirketler için faydalıdır.⁷¹
Son olarak, Lottieri’nin de belirttiği gibi, küçük devletlerin vatandaşlarının yeniden dağıtım programlarına büyük devletlere kıyasla daha az tolerans göstermesi muhtemeldir. Büyük bir devlette, yeniden dağıtım programlarının maliyetleri milyonlarca vergi mükellefinin sırtına yüklenebilir. Dolayısıyla, ekonomik sonuçlar bir isyana neden olacak kadar hemen ortaya çıkmaz. Buna karşın küçük bir devlette vergi artışlarının etkisi anında hissedilerek ya isyana ya da kitlesel göçe neden olacaktır.⁷²
Lihtenştayn’ın Fransız İhtilali’nden izole kalması ve küçük boyutu, onu Batı’daki en özgür devletlerden biri, hatta en özgürü konumuna getirmiştir. Monarşinin kesintisiz gücü, sınırlı müdahale ve düşük vergi gibi eski politikaların büyük ölçüde bozulmadan kalmasını sağlamıştır. Dahası, devlet demokratikleşirken demagoglar tarafından istila edilmemiştir çünkü monarşinin üstün konumu onların siyasî arenaya girmesini engellemektedir. Son olarak, seçilmiş politikacıların radikal müdahaleci politikalar izlemesi de pek olası değildir çünkü Lihtenştayn’ın küçük boyutu bunu engellemektedir.
Sonuç
Lihtenştayn özgürlüğün meraklıları ve takipçileri için önemlidir. Tarihi boyunca, yöneticilerinin düşük zaman tercihleri ve halkının yüksek sınıf bilinci, hükümetin büyümesini en asgaride tutmak için bir araya gelmiştir. Coğrafi tesadüfler ve son derece yetkin liderlik, prensliği demokrasinin yükselişine eşlik eden çalkantılardan izole etmiştir. Hoppe’nın özel hükümet teorisi prensliğin devam eden başarısını açıklamaya yardımcı olurken, Lihtenştayn’ın gelişimi de teorinin geçerliliğine dair bolca kanıt sunmaktadır.
Ancak Lihtenştayn’ın bazı liberteryenlerin sakıncalı bulabileceği politikalar benimsediği de unutulmamalıdır. Örneğin, ülkenin Katoliklik mezhepli resmî bir dini vardır ve devlet okullarında din eğitimi zorunludur. Katolik kiliseleri vergi mükelleflerinin oluşturduğu bütçeden faydalanmaktadır. Ancak Anayasa vicdan özgürlüğünü garanti altına aldığından Lihtenştaynlılar kendi dinlerini seçmekte hâlâ özgürdürler.⁷³ Uyuşturucu ve fuhuş yasadışıdır, ancak bu durum en azından uyuşturucu konusunda yavaş yavaş değişmektedir. Beattie’ye göre, “Lihtenştayn’ın felsefesi, herkesi sağlığını tehlikeye atan davranışlarından dolayı kovuşturmak yerine, kendi sağlığına dikkat etme konusundaki kişisel sorumlulukları konusunda desteklemektir.” Böylece Lihtenştayn uyuşturucu tüketimini kademeli olarak suç olmaktan çıkarmaktadır. Prenslik, “komşularının çıkarlarını tehlikeye atmamak, dünyanın geri kalanına yanlış mesajlar vermemek veya uyuşturucu ticareti ve tüketiminin kontrol edilemez bir şekilde genişlemesine neden olmamak için” yavaş bir yaklaşım benimsemektedir.⁷⁴
Lihtenştayn’ın özgürlüğü ve refahı liberteryenlere bugün var olan en tahammül edilebilir devlet biçiminin ne olabileceği konusunda da bir fikir vermektedir. Bu çalışma, eğer devletin modern, demokratik biçimiyle var olması gerekiyorsa -devletin hükümdarın mülkü olduğu eski rejime dönüş imkânsız görünüyor- o zaman en tahammül edilebilir biçimin, hükümdarın demagojiyi engellemek için geniş yetkilere sahip olduğu anayasal bir monarşi olduğunu öne sürüyor. Ayrıca devlet küçük bir alanla (hem nüfus hem de toprak açısından) sınırlandırılmalı ve politikacılara devleti genişletmek için çok az teşvik verilmelidir. Lihtenştayn’ın bize gösterdiği gibi, böyle bir durumda monarşi, Charles Maurras’ın sözleriyle, “en az kötülüğün ve iyi bir şeyin olasılığıdır.”⁷⁵
Şüpheciler, özgür ve müreffeh bir demokrasinin çelişkili bir örneği olarak İsviçre’ye işaret edebilirler. Ancak İsviçre ilk bakışta göründüğü gibi bir rakip örnek değildir; İsviçre’deki demokrasi diğer Batılı devletlerdeki demokrasiden farklıdır. Jonathan Steinberg ve Thomas Fleiner’in belirttiği gibi, İsviçre komşularına kıyasla çok daha az merkeziyetçidir; kanton ve yerel yönetimler önemli ölçüde özerkliğe sahiptir. Lihtenştayn gibi İsviçre de Fransız İhtilali’nin getirdiği tarzda bir kitle demokrasisini benimsememiştir.⁷⁶ Dolayısıyla, İsviçre’nin özgürlüğünün kaynağı modern kitle demokrasisi değil, diğer Batılı devletlerde bulunmayan yerelleştirilmiş doğrudan demokrasi ve gerçek federalizm kombinasyonudur.⁷⁷ Hatta Fleiner İsviçre’de federalizm olmadan demokrasinin işleyemeyeceğini savunmaktadır (ve bunun tersi de geçerlidir).⁷⁸
En önemlisi de Prens II. Hans-Adam’ın ayrılmayı (secession) anayasallaştırarak uluslararası bir örnek oluşturma arzusunu unutmamamız gerektiğidir. Büyük devletlerde monarşik yönetime geri dönüş muhtemelen imkânsızdır ve her hâlükârda, modern ulus-devletler düşünüldüğünde, monarşi demokrasiden daha az kötüdür. Amacımız ayrılmalar yoluyla “on binlerce farklı ülke, bölge, kanton ve Monako, Andorra, San Marino, Lihtenştayn, Hong Kong, Singapur gibi günümüzün ‘tuhaflıkları’ türünden yüz binlerce bağımsız özgür şehir” yaratmak olmalıdır.⁷⁹
Dipnotlar:
1. “Lihtenştayn prensi yetkileri kaptı.”
2. Lihtenştayn’ın tarihinin sadece monarşiye odaklanan bir tartışması için bakınız David Beattie, “The House of Liechtenstein: A Study in Monarchy.” The Royal Stuart Papers, Vol. LXV. Wiltshire, UK: Royal Stuart Society, 2004.
3. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölümler 1-3.
4. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 1-3.
5. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 45.
6. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 15-17.
7. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 19-20. Ayrıca bakınız Bertrand de Jouvenel, Sovereignty: An Inquiry Into the Political Good, Indianapolis: Liberty Fund, [1957] 1998, ss. 212-213.
8. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 17.
9. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 24.
10. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 55.
11. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 27. Ayrıca bakınız Erik von Kuehnelt-Leddihn, The Menace of the Herd, or Procrustes at Large, Auburn, AL: Ludwig von Mises Institute, [1943] 2007, ss. 108-109: Orta Çağ hükümdarlarının borçlanmaya başvurmalarının tek nedeninin vergiler yoluyla yeterli gelir elde etme gücünden yoksun kalmaları olduğunu belirtmektedir.
12. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 27.
13. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 28-33.
14. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 31.
15. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 30-33.
16. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 65.
17. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölüm 1.
18. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölüm 1. Monarşik ve demokratik savaşlar arasındaki farklara ilişkin etkileyici bir tartışma için bakınız Erik von Kuehnelt-Leddihn, “Monarchy and War”, Journal of Libertarian Studies 15, no. 1, 2000, ss 1-41.
19. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölüm 1.
20. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 21.
21. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölüm 1. Bu konuda ayrıca bkz. Bertrand de Jouvenel, On Power: The Natural History of Its Growth, Indianapolis: Liberty Fund, [1948] 1993 ve Bertrand de Jouvenel, Sovereignty: An Inquiry Into the Political Good, Indianapolis: Liberty Fund, [1957] 1998. Ayrıca demokrasi ve zorunlu askerlik arasındaki bağlantı üzerine bir çalışma için bakınız Hoffman Nickerson, The Armed Horde, 1793–1939: A Study of the Rise, Survival, and Decline of the Mass Army, New York: Putnam, 1942.
22. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 88.
23. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss 87-89. Demokraside zirveye çıkan dağlıların ve onları seçen ahmakların komik bir tartışması için bakınız H.L. Mencken, Notes on Democracy, New York: Knopf, 1926.
24. H.L. Mencken, Notes on Democracy, New York: Knopf, 1926, s. 118.
25. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss 36-37.
26. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 287.
27. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss 287-288.
28. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 4-6.
29. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 16.
30. Pierre Raton, Liechtenstein: History and Institutions of the Principality, Vaduz, Liechtenstein: Liechtenstein-Verlag, 1970, ss. 45-46)
31. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 277.
32. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 277
33. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 72.
34. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 277-280.
35. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 279.
36. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 322.
37. Aynı nedenle Lihtenştayn vergi kaçırmakla suçlanan kişileri iade etmemektedir, zira Lihtenştayn başka hükümetlerin vergilerini toplamaktan sorumlu olması gerektiğine inanmamaktadır. Bazı vergi mükelleflerinin, kendi yetki alanından (ve hapishanelerinden) kaçma olasılığını kabullenemeyen ABD, Lihtenştayn’ın vergi kaçıran Amerikalıları iade edeceği bir anlaşmada ısrar etmiştir. Bakınız David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 322-323, 333-334.
38. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 275.
39. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 140.
40. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 184-186.
41. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 323-327.
42. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 327.
43. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 323-333.
44. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 331.
45. Erik von Kuehnelt-Leddihn, The Menace of the Herd, or Procrustes at Large, Auburn, AL: Ludwig von Mises Institute, [1943] 2007.
46. Niall Ferguson, The Pity of War: Explaining World War I, New York: Basic Books, 1999, ss. 222-223
47. Lihtenştayn’daki anayasal ayrılma hakkı konusunda bakınız David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 181-182, 263-264.
48. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 263.
49. Prensi yakından tanıyan Profesör Hoppe bana Hans-Adam’ın bireylerin ayrılmasına karşı olmadığını ve bu konuda sadece “pratik” endişeleri olduğunu aktardı.
50. Farklı ayrılma teorilerine genel bir bakış için bakınız Andrei Kreptul, “The Constitutional Right of Secession in Political Theory and History”, Journal of Libertarian Studies 17, no. 4, 2003, ss. 39-100.
51. Lihtenştayn’da doğrudan demokrasinin rolü hakkında bakınız David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 238-242.
52. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 50-54.
53. Erik von Kuehnelt-Leddihn, Liberty or Equality? The Challenge of Our Time, Front Royal, VA: Christendom Press, [1952] 1993, ss. 153-155.
54. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, ss. 36-39, 40-43.
55. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. xi.
56. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 101.
57. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 21.
58. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 21.
59. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 21-22.
60. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 21-22.
61. İsviçre ile kurulan ilişkiler konusunda bakınız David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 50-57.
62. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 218-219.
63. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 224-225.
64. Jaime Balmes, Protestantism and Catholicity Compared in Their Effects on the Civilization of Europe, Baltimore: John Murphy & Co., 1850, s. 143.
65. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 335.
66. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölüm 5 ve ayrıca Hans-Hermann Hoppe, “The Economic and Political Rationale for European Secessionism”, Secession, State, and Liberty, ed. David Gordon. New Brunswick, NJ: Transaction, 1998, ss. 191-223.
67. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, s. 181.
68. Doreen Carvajal, “Tax Leads Americans Abroad to Renounce U.S.”, New York Times, 18 Aralık 2006.
69. Doreen Carvajal, “Tax Leads Americans Abroad to Renounce U.S.”, New York Times, 18 Aralık 2006.
70. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, Bölüm 5 ve ayrıca Hans-Hermann Hoppe, “The Economic and Political Rationale for European Secessionism”, Secession, State, and Liberty, ed. David Gordon. New Brunswick, NJ: Transaction, 1998, ss. 191-223.
71. Bu nedenle, OECD’nin ateşi altında kalan Monako ve Andorra gibi diğer “vergi cennetlerinin” çoğunun da küçük devletler olması tesadüf değildir. Bakınız: Carlo Lottieri, “European Unification as the New Frontier of Collectivism: The Case for Competitive Federalism and Polycentric Law”, Journal of Libertarian Studies 16, no. 1, 2002, ss. 23-44.
72. Beattie de bunu kabul etmekte ve Lihtenştayn’ın küçük boyutunun seçmenlerin uyanıklığı ile birleşerek hükümetin büyümesini sınırladığını belirtmektedir; bakınız David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 275-276.
73. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 265-270.
74. David Beattie, Liechtenstein: A Modern History, New York: I. B. Tauris, 2004, ss. 347-348.
75. Erik von Kuehnelt-Leddihn, Leftism Revisited: From De Sade and Marx to Hitler and Pol Pot, Washington, DC: Regnery Gateway, 1990, s. 329.
76. Jonathan Steinberg, Why Switzerland?, ikinci ed. Cambridge: Cambridge University Press, 1996, s. 88.
77. Amerika’da 1861 yılına kadar Konfederasyon Maddeleri ve Anayasa altında uygulandığı şekliyle.
78. Thomas Fleiner, “Recent Developments of Swiss Federalism.” Publius 32, no. 2, 2002, ss. 97-123.
79. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed — The Economics and Politics of Monarchy, Democracy, and Natural Order, New Brunswick, NJ: Transaction, 2001, s. 118.
Comments