29/05/2012 - Serkan Kiremit
“Oy verme zamanı geldiğinde, seçmenin zekâsından şüphe edilmez. Onun iradesine ve yerinde seçim yapma yeteneğine duyulan güven tamdır. Halk hiç kandırılabilir mi? Aydınlanma çağında yaşamıyor muyuz? Halk yularını sürekli olarak başkalarına mı verecektir? O, haklarını büyük ve özverili mücadeleler sonunda kazanmadı mı? Ne kadar akıllı ve basiretli olduğunu yeterince kanıtlamadı mı? O, yetişkin değil midir? Kendi çıkarının ne olduğunu ondan başka kim bilebilir? Kendi kendine yargılama yeteneğinden yoksun mudur? Kim veya hangi sınıf, kendini halkın üzerinde görerek onun adına yargılama ve hareket etme cüretini gösterebilir? Hayır, hayır. O özgürdür ve özgür kalmalıdır. Kendi işlerini kendisi yürütmek ister ve öyle de yapacaktır.”
Frédéric Bastiat
Hukuk, s. 63
Liberalizmin, düzleyicilerden (Levellers) başlamak üzere sloganı “Tek İnsan, Tek Oy” idi. Liberalizm böylece ilk başlarda demokrasi aracını keşfeden ve bunu uygulamak için can atan bir siyasî ideolojiydi. Fransız Devrimi deneyiminden sonra birçok liberal gördü ki demokrasi liberalizmin amaçlarına uygun bir siyasî araç değildir. Çünkü demokrasi, toplumu “gevşek yönetme” aracından başka bir işlevi olmayan, toplumu çoğunluğun tahakkümünde tutmaya yarayan bir araçtır. Sonuçta demokratik toplum, liberalizmin tersine, özgürlük, mülkiyet hakkı, âdem-i merkeziyetçilik, fikir ve din hürriyeti yerine katı bir merkeziyete; piyasa ekonomisi yerine artan kamu gücüne; toplumda aklın ve mantığın ilkelerinden ziyade çoğunluğun makul ahlâk ve dinî hassasiyetlerine önem veren bir yönetim şeklinden öteye gidemedi.
Liberaller demokrasi aracının yerine yeni bilim olan iktisada yöneldiği an, şu soruyu kendisine sordu: Toplumu bir arada tutan şey, yasalara zorla uyma durumu olarak siyasî ve merkezî bir güç müdür? Yoksa özel mülkiyete dayanan gönüllü sosyal işbirliği sistemi midir? 1800’lerin liberallerinden olan Frédéric Bastiat bu soruya Hukuk adlı eserinin 67. sayfasında şöyle cevap veriyordu:
“(Demokratlar) ... bir yandan hukukun yaptırım gücüne, bir yandan da vergi hâsılatına el atabilmek için yanar tutuşurlar. Haksız ve zalim olan böyle bir niyetin kaynağı, tekrar edelim, insanlığı yetersiz ve yeteneksiz, organizatörleri ise şaşmaz ve yanılmaz, âdeta insanüstü bir yaratık olarak gösteren vahim bir zihniyettir. Madem insanlar kendi kendilerine karar almakta bu kadar yetersizdirler, öyleyse demokratik seçme hakkı konusundaki bunca ısrar ve gevezelik neden?”
Ve Fransız Radikal Liberal Okulu ile birlikte soru yerli yerine oturdu: “Güvenlik, yönetim, hukuk veya polis kurumları diğer bütün her şey gibi serbest ticaretin kurallarına uygun olmalıdır. Bunlar bir bankadan, bir bakkal dükkânından veya dinden daha az piyasa dışı bir mal/hizmet değildir. Yönetim ilkesi zorunlu şart olarak illaki merkeze bağlı tekel bir gereklilik ise asla değildir. İnsanlar mübadeleleriyle güvenlik kurumlarının üretimini ve tüketimini de serbest rekabetin doğasına uygun olarak gerçekleştirebilir.” Öyleyse liberalizmin siyasete, siyasî bir felsefeye ya da siyasî bir araç olarak demokrasiye ve anayasaya ihtiyacı yoktur. Liberalizmin, iktisadın evrensel yasalarına bağlı olarak birlikte yaşamakta ısrar eden ve bununla beraber gönüllülüğe dayanan özel mülkiyet altında toplumsal işbirliğine ihtiyacı vardır.
Öyleyse ne Etyen Mahçupyan’ın “Liberalizmin Ardından” başlıklı makalesi ne de Atilla Yayla’nın soru ve cevapları tatmin edicidir. Aslında ikisi de liberalizmin can alıcı meseleleri yerine, topu sürekli karşılıklı paslaşarak liberal ekolün rasyonalist kanadından uzak tutmayı başarabilmişlerdir.
“Al gülüm, ver gülüm” entelektüelliği tatmin edicilikten uzaktır. Rasyonel ekole bağlı olan liberalizm, asla bir konunun çevresinde korkak adımlarla dolaşmaz. O sorunun merkezine odaklanır. Ve her şekilde kesin, net, tartışma götürmez bir sonuca ulaşmak amacındadır. Bu bir rasyonalistin daima tatmin edici entelektüel isteğidir. O, “kendinde doğru” şeylerin temelinden başlayarak meseleleri “tümdengelim” metodu ile çözer. O, mantıksal silsilesinde en ufak sapma gerçekleştirmeden sistematik çalışır. Eğer sistemde bir sapma ya da yanlışlık olduğunu anlarsa mantıksal düzeneğini hata veren yere kadar geri götürür, düzeltir ve tekrar çalışır duruma getirir. Ve böylece rasyonalizme yaslanan bir entelektüel, karşısındaki muhatapların da sistematik çalışmasında ısrar eder. Ama şimdi öyle mi? Ne Etyen Bey ne de Atilla Yayla Hocam rasyonalizme dayanan mantığı ve sistematik düşünce biçimini kabul ediyorlar. Ortak noktaları bu olmasına rağmen alıp veremedikleri ne acaba?
Aslında Atilla Yayla’nın “Hume-Hayek” geleneği ile Etyen Mahçupyan’ın “demokrat zihniyet demokrasisi” yaklaşımı arasında dirsek teması çok sıcak. Şöyle ki liberalizmin asla evrenselleşemeyecek olması, onları liberalizmde birçok şeyin başarılamayacak olması sonucuna sürüklüyor. Çünkü insan bilgisi konusunda Yayla ve Mahçupyan derinde birler. Kesin bilginin bir bireyde bulunması imkânsızlığı üzerine kurulu olan bu düşünce aşırı şüpheciliğin sonucu. Bu da onları rasyonalizmden uzaklaştırdığı gibi aydınlanmanın getirisinden de uzaklaştırıyor. Böylece, Yayla’nın Mahçupyan’da anlamadığı şey ortaya çıkıyor. Yayla yazısında sürekli “...benim pozisyonum bunları reddeder. Örneğin Hume-Hayek geleneği tasarım ürünü değildir. Modernitenin ürünü ise hiç değildir. Mahçupyan gerçekten hangi liberalizmi eleştirmek istiyor?” diyor. Evet, esas can alıcı nokta da bu ya! Ve Yayla hayretle, “sanki biz Etyen ile aynı düşünüyorduk ama şimdi bu benim üzerimden neden liberalizmi eleştiriyor” şaşkınlığından başka bir şeye kapılmıyor.
Oysa Yayla, liberalizmin rasyonel kanadında saf tutsaydı ve sistematik düşüncenin mantık silsilesinde “tümdengelim” metodunu benimseseydi, şüphecilik, muhafazakâr bilgi felsefesi ve kendiliğinden doğan düzenin ne kadar da Etyen Mahçupyan’ın postmodern bilgi felsefesine, cemaatçi, otoriteryen ve nihilist yaklaşımına benzediğini hemen fark ederdi. Ve Mahçupyan’a havada kalan sorularla yaklaşmaz, kesin, net ve asla tartışma götürmeyecek cevaplarla münazarayı gerçek mecraya taşırdı.
Öyle ki rasyonel düşüncenin üretiminde, siyasetin, liberalizmin alanında sadece “siyasetin dışına çıkmak için yapılan” bir politik faaliyetten başka bir anlam taşımadığını ifade ederek kendi alanına tartışmayı çekecek ve liberal iktisat ışığında konuyu aydınlatmış olacaktı ve Mahçupyan’ın aslında iktisadın İ’sinden anlamadığı ortaya serilecekti. Ardından Mahçupyan’ın toplumsal ebeliğe yönlendiği tarihselciliğini ortaya döken “yeni ideolojiler tomurcuklanıyor” sözünün aslında diyalektik materyalizmin bir sonucu olduğunu ve asla “a priori” bilgi ile bir ilgisi olmadığını gösterebilecekti. Ama bütün bunlar Türkiye Liberalizminin Kurucu Babaları’ndan olan Yayla tarafından kaçırıldı. Neden? Çünkü liberalizm rasyonel olduğu an sistematik düşünecek ve mantığın son noktasına kadar tutarlı olmak şartıyla düşünceyi hem teorik olarak hem de pratik olarak taşıyacaktı. Sonuçta liberalizm ardındaki şeyin aslında tam teşekküllü liberalizm olduğu ortaya çıkacaktı. Yayla bütün bunlara bulaşmak istemiyor. O bilinemezci olup bir sorunun cevabının mutlak olamayacağını, çünkü bilginin bir insanda doğamayacağını sanıyor. Ve böylece herhangi bir şüpheci gibi asla yanlış yapmak istemiyor.
Agnostik düşünürlerin ve aşırı şüpheci filozofların, liberalizmi tam teşekküllü hâlinden uzak tutmalarının en önemli nedeni, liberalizmi bir ideoloji olarak görmeleri ve bütün insanlığı kapsayıcı özelliğinden dolayı, insanlık için “çok iddialı, ruhen baskıcı, hayat tarzlarını normalleştiren ve genel iyiliği tekel altına almak gibi bir indirgemeye sahip” olduğu varsayımıdır. Bu insanlar, tam teşekküllü liberalizmi aşırı iddiacı ve analitik olmakla suçlamışlardır. Bu durum elbette sağ kanattan gelenlerin liberalizme olan ilgisini sadece dinî özgürlük ve özel mülkiyet etrafında toplarken onları tam teşekküllü liberalizmin devrimci, akılcı ve seküler hayat görüşünün bir sonucu olarak radikal yanlarından uzak tutmuştur. Aynı şekilde liberalizme sol kanattan gelenler için liberalizmin hümanist, değişime açık, doğal hak ve özgürlükleri savunan tarafı onlar için olumluyken, tam teşekküllü liberalizmde bulunan iktisadî eşitsizlik ve doğaya hükümdar olan insan olgusuna karşı tam bir düşmanca tavır alarak liberalizmi sınırlı ve eksik anlamış ve onu öylece yarım yamalak savunmuşlardır. Aynı sağdan gelen Yayla ile soldan gelen Mahçupyan gibi...
Şu açık ki tam teşekküllü liberalizmin böyle bir sorunu var: Özlü bir teorik zemini, esaslı bir mantığı ve keskin bir sorun çözücü olmasının yanında klişeleşmiş fikirlere karşı da yıpratıcı... Yerelci ve ilkelcilere karşı evrensel ve modern, bilinemezcilere karşı aşırı analitikçi, müsamahakârlılara göre ise bu liberalizm hiç nazik değil. Hatta felsefecilere göre bu liberalizm ilkeci ve sert doktriner. Muhafazakârlara göre çok iyimser, ilerici ve değişimci; sosyalistlere göre ise tarihin aksine bu liberalizm sınıfsal ve gerici değil; anarşistlere göre bu liberalizm fazla aşırı sistematikçi ama devletçi değil... Peki öyleyse nedir? Tam teşekküllü liberalizm, hiç çözülemeyecek denilen sorunları çözmeye istekli ve iddialıdır. İnsanî çatışmaların hiç bitmeyecek sanılan kaynağını kurutmaya taliptir. Öyle ki hem kültürel hem de değer çoğulculuğu gibi konularda bütün hayat standartlarını içine alacak bir yeri olduğunu söyleyecek kadar evrenselci, gönlü açık ve eli boldur. Zira bunun yanında baskıya ve merkezîleşmeye asla boyun eğmeyen güçlü bir pratiğe sahip, sağlam bir ideolojidir. Hem de hemen şimdi uygulanabilecek bir sistemdir.
Bir tek tam teşekküllü liberalizm, herkesin barış içinde rahatsız edilmeden maddi refaha ulaşılabileceğini ve bunun yanında acıların sürekli azalarak, mutluluğun artırılabileceğini söyler durur. Bu mükemmellik boşuna değildir. Eğer bu iyimserlik çok gülünç diyorsanız, buyrun, insanoğlundan ve medeniyetinden, yani geleceğinden ve geleceğimizden ümidi kesebiliriz. Bir sakıncası yoktur. Tam teşekküllü liberalizm için bu iyimserlik asla boşuna değildir. Çünkü bütün ideolojilerin, dinlerin ve sistematik felsefenin peşinde koştuğu şeyin, maddi ya da manevi refahın peşindedir.
Yayla’nın “Hume-Hayek” geleneği ile Mahçupyan’ın “demokrat zihniyeti” ise sadece insanlara “bugün için olanla yetinin” demektedir. Elbette gelecek iyi olacaktır. Yayla bu işi evrime, Mahçupyan tarihe ve bunlara zıt olarak Rasyonel Liberaller ise insan eylemlerinin amaçlı ve mantıklı özgür doğasına bırakmıştır. Lakin tam teşekküllü liberalizmin araçları barışa, hoşgörüye ve özel mülkiyet altında işbölümüne dayalıdır. Çünkü çözümün insanda ve insanın serbest hareket ve düşüncesinde olduğunun farkındadır ve bu çözümde asla zorbacı, ilkelci, merkezci ve ayrımcı değildir. Tam teşekküllü liberalizm, teorik olarak çoğulculuğu ve iktisadı kullanarak geniş bir alanda insan-kardeşlerine özgürce yaşam ve tercih vaadi öngörür. Büyük toplumda önce iktisadî çözümle sürekli artan nüfusu doyurabilecek, sonra da bu sürekli artan karşılaştırılamaz değerleri ve sorunları çoğulculukla çözebilecektir. Bu aslında insanlığın Kaos durumuna karşı büyük zafer yürüyüşünün başlangıcıdır. Bu zafer bizimdir! Tam teşekküllü liberalizmin...
Sonuçta Mahçupyan’ın tarihselciliği ve Yayla’nın evrimsel sürece bırakılmış tahminlerine rağmen “bugünün rasyonel liberalizmi”, birkaç delinin ortaya attığı şey değildir. Bir girişimcinin piyasaya malını ilk kez sürdüğü gün gibidir. Ve birkaç tüketici “entelektüel” beğenmedi diye de malını piyasadan çekecek değildir. O, insanlığın acı çığlığına cevap verecek şekilde insan mantığının ve eyleminin birlikte sürekli paralel gittiği, siyasetin bütün araçlarının sonuçta özgürlük değil, tahakküm ürettiğini ispatladıktan sonra devleti ve demokrasiyi geride bırakmış bir mantık silsilesidir. Öyleyse elimizde iktisadın toplumsal refah ve barış üretecek araçları varsa daha neyi bekliyoruz?
Comments