28/06/2012 - Serkan Kiremit
“Laissez faire ‘Bırakalım ruhsuz mekanik güçler işlesin’ demek değildir. Şu demektir: Bırakalım her birey emeğin toplumsal işbölümünde nasıl işbirliği yapacağını kendi seçsin; bırakalım girişimcilerin ne üreteceklerine tüketiciler karar versin demektir.”
Ludwig von Mises
İnsan Eylemi, s. 684
Serbest piyasa liberalizminin rakipleri arasında çeşitli iktisadî ekoller olduğu kadar dinler de yer alır. Bir müslümanın kurban bayramında keseceği ineğin bir Hindu’ya göre kutsal sayılması büyük bir sorundur. Devlet bunu şöyle çözmeye çalışmıştır: Kanun koyucu ya birini tutmuş ve diğerini politik azınlık konumuna alarak yok saymıştır ya da bu iki dini birbirinden ayırmıştır. Bu anlamda Pakistan ve Hindistan gibi ülkeler bu çatışmanın mutlak çözümü gibi gözüküyor. Bir diğer yol olarak, kanun koyucu iki farklı dinin yerine o ülkedeki çoğunluğun dinini koymuştur. Bu anlamda öteki her zaman ötekidir, azınlıktır, bu sonuç değişmez.
Örneğin Fransa’da resmî tatil günü pazar günüdür. Bu müslümanların cuma namazına gitmesine engel değildir, ama cuma günü işgünüdür. Fransa’da makul çoğunluk hristiyandır ve pazar günü kiliseye gider, çünkü pazar günü işgünü değildir, tatildir. Türkiye’de yarı laik bir ülke olsak da Kurban Bayramı resmî tatildir, ama hristiyan azınlık için Noel günü bir işgünüdür. Bu durumu İnsan Eylemi isimli kitabının 145. sayfasında Mises şöyle izah eder: “Husumeti uzlaşmaz kılan şey, böyle inançların tastamam katılığıdır. Her dinî ve kolektivist grup kendi ilkelerinin hüküm sürmesi için can atar. Ancak, mantıklı tartışma için yer kalmamıştır, bunu silahlı çatışmadan başka bir şekilde çözecek bir yol yoktur. (…) Liberal olmayan toplumsal doktrinler, taraflardan birisi yok edilinceye veya kontrol altına alınıncaya kadar savaşlara ve iç çatışmalara sebep olurlar. Dünyadaki bütün dinlerin tarihi, çatışmalar ve savaşlarla doludur, günümüz tarihinin sahte dinleri olan sosyalizm, devletçilik ve milliyetçilik savaşları ile dolu olduğu gibi.”
Tam teşekküllü liberalizm dışında düşünen liberal aydınlar ise liberalizmin bu türden sorunları diğer rakip ideolojilere ve fikirlere göre daha barışçıl çözebileceğinden emindirler. Ama düşünceleri buraya kadardır. Onlara göre değerler çatıştığı ve insanlar farklı olduğu sürece mükemmel bir evrensel çözüm ortaya çıkmayacaktır. “Buna üzülüyoruz, ama elimizden bir şey gelmiyor” derler. Aslında durum sanıldığı kadar kısır değildir, meselenin çözümü daha geniş bir mecrada aranmalıdır.
Liberalizm gelişmeye açıktır, ama John Locke’tan beri aynı amaca koşuyor. Bu durumu şöyle anlayabiliriz: Hiçbir ideoloji, din, felsefe, iktisadî ekol ya da masal sürekli biçimde fakirliği, hastalığı, sevgililerin birbirine kavuşamayacağını, kıtlığı, perişanlığı ve mutsuzluğu nihai anlamda bir son olarak kabul etmemiştir. Leyla ile Mecnun bu hayatta olmasa bile diğer hayatta kavuşurlar. Bir Hint fakiri bugün sefil ise öbür hayatında zengin ve mevki sahibidir. Sosyalizm – tarihsel materyalizme göre – herkese becerisine göre, herkese ihtiyacına göre düsturunda bolluk vaat eder. Yapar veya yapmaz, ama olay budur. Liberalizm de bunların peşindedir. Yani mutluluğun, zenginliğin, barışın, hoşgörünün ve bolluğun peşindedir. Lakin liberalizm diğerlerinden daha iddialıdır, çünkü her ideoloji, din, felsefe veya “bütüncül şey” birilerini diğerleri pahasına suçlar ve sonuçta onları ya perişan eder ya da onların perişan olması için elinden geleni yapar. Din, inanmayanların cehennemde yanacağını, sosyalizm, burjuvaların tarih karşısında helak olacağını, Spartalılar da “savaşmayıp sadece ticaret yapan” Atinalılar için sonun hazır olduğunu söyler. Bir tek liberalizm herkesin hiç kimseden zarar ve baskı görmeden mutluluğa ve refaha koşacağını söyler durur.
İnsanlığın proje izleme konusundaki derin ve uçsuz bucaksız durumu, birçok hayat standardı geliştirmiştir. Bu da insanı sosyal bir ortamda farklılaşmaya ve değişmeye götürmüştür. Buradaki mesele bireyin her nerede olursa olsun zaman tercihine maruz kalacak olmasıdır. Esas sınır budur. Örneğin her şeyi yapmaya gücü yeten ve ne kadar parası olduğunu bilmeyen bir zengin bile neyi ne zaman yapacağına ilişkin tercihlerini bir sıraya koymak zorundadır. Sonuçta o tek bir kişidir, bedeni bölünemezdir. O, sadece bir zaman içinde karar verecek, dar bir alanda tercih yapan ölümlüdür. New York’ta dünyanın en güzel kızıyla akşam yemeği mi yemek, yoksa kız kardeşinin nikâhına mı katılmak? İşte size sınır. Bu tercihi her şey belirleyebilir, fakat ikisi aynı anda yapılamaz.
Peki, nasıl olur da tam teşekküllü liberalizm, bu zaman-tercih sınırı da dâhil olmak üzere pek çok insanın farklı hayat standardını göz önüne alarak kendini evrenselleştirebilir? Şöyle: Liberalizm önce değerlerin karşılaştırılamaz olduğunun farkındadır. Sonra bu değerlerin hiçbirinin birbirinden üstün olmadığını bilir. Ama liberalizmin mantığı kimseyi birbirinden ayırmadan, kimseyi kimseden üstün tutmadan bütün farklılığımızla baskı ve sömürü olmadan yaşayabileceğimizi varsayar. Varsaymakla kalmaz, böyle bir alan da gösterir. Bu öyle bir alandır ki zaman-tercihi en kısa anda en çok tercihe götürür. Bu alan serbest piyasadır.
Serbest piyasa aslında bütün çoğulculuğumuzla kendimizi gösterdiğimiz, maddi ve manevi değerlerimize ve mülklerimize paha biçtiğimiz, bunları takasla, hibeyle, hediyeyle ya da sadece öğrenerek aldığımız bir süreçtir ve birbirimizden yararlandığımız bir yerdir. Bugüne kadar siyaset-sever liberaller, liberal iktisadın sadece maddi mallarla ilgili bir disiplin olduğunu düşünüyorlardı. Onlar için manevi değerler ne diğer manevi değerlerle ne de maddi değerlerle karşılaştırılabilirdi. Manevi değerler mübadele konusu değildi, bunlar herhangi bir sosyal ilişki içerisinde de yer almıyorlardı. Fakat bu doğru değildir! Bugün iktisatçıların neredeyse hiçbiri manevi değerlerin bir kullanım alanı ve faydası olduğuna inanmıyor. Bunların iktisadî değere, yani piyasa fiyatına sahip olmadığını düşünüyorlar. Bu statik düşünme biçimi aslında aşırı fizikçi pozitivizmin büyük başarısıdır.
Oysa canı sıkkın bir kadının saçlarına yeni bir şekil verirken aldığı tatmini ya da bir adamın kötüye giden ekonomik durumuna rağmen aldığı arabayla yaşadığı hazzı “saf tercih mantığı”na dâhil edebiliriz. Eğer bir kişi eyleme geçtiği esnadaki durumundan daha kötüye gideceğini bilse bu tercihleri asla yapmazdı. Bir kadın alışverişe çıkmazdı, bir adam asla pahalı bir araba almazdı. Bu hareketler dışarıdan gözleyen biri için irrasyonel dursa da bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü kişiler mübadelede bulunmadan önce kendilerini şimdiki hâllerinden daha kötü hissediyorlardı. O zaman bu irrasyonel değil, tamamen kişiye özeldir ve rasyoneldir. İntihar eden biri bile bunu düşünür. İntihar eden kişi kendine şöyle sorar: “İntihar etmekle daha önceki durumumdan daha mı kötü olacağım?” İşte bu kendini bir önceki durumdan daha iyi hissetme hâli, sonuçları ne olursa olsun rasyoneldir.
David Ricardo’nun yöntemini benimseyen iktisatçılara göre toplum, sosyal ve iktisadî olarak gruplara ayrılmıştır. Toprak kirasıyla geçinenler rantiye, kârla geçinenler tüccar ve sanayici, emekleriyle geçinenler de köylü ve işçidir. Bunların arasında sürekli bir çatışma ve iktisadî bölüşüm sorunu vardır. Kârlar düşerse emeğin ücreti artar veya tersi olur. Ricardo da liberal bir iktisatçıdır. Ne yazık ki klasik iktisatçılar onun dediklerinin doğru olduğunu varsayarak aynı ilkelerin sosyolojide de geçerli olduğunu sandılar. Bu da onların çözülemez bir sorunlar yığını içinde liberal siyaset yapmalarını sağladı ve başka türlüsünün mümkün olmadığını düşündüler.
Öte yandan, liberalizmin radikal sol kanadı marjinalist devrimi gerçekleştirince bu işi büyük oranda çözdü. Zira nihai anlamda karar verici olan kişiler, yani maddi ve manevi değerlerin son değer biçicileri tüketicilerdi. Tüketiciler de herkesti. Bu durum insan eyleminin ortak bir özelliğiydi. Sonunda ortak bir amacın ortak bir aracı bulunmuştu. Artık bütün sosyal kesimler rantiye, kârcı ve emekçiydi, son noktada hepsi birdi: Herkes tümüyle tüketiciydi.
Ama Carl Menger, William Stanley Jevons ve Leon Walras gibi marjinalistler bile marjinal faydanın sadece maddi mallarda geçerli olduğu, manevi mallarda geçerli olmadığını öne sürdüler. Bu meseleyi, yani değer paradoksunun manevi mallarda da geçerli olduğunu kısmen ilk çözen kişi Ludwig von Mises idi. Mises şöyle diyordu: “Yalnız vücut bulmuş, dış dünyaya ait şeyler, bu vasıftaki başka şeylerle mübadele edilmez değildir; şeref, şöhret ve takdir görme gibi maddi olmayan metalarla da mübadele edilir. (…) İnsan davranışının ayrılmaz bir bütün olduğunu göz ardı etmemek gerekir, maddi malların maddi olmayan mallarla değişimi ile maddi mallarla değişimi arasında hiçbir fark yoktur.”
Menger lüks kokuların, karı koca ilaçlarının ve daha birçok ihtiyacın giderilmesini aslında iktisadî ihtiyaçların değil, maddi olmayan ihtiyaçların giderilmesi olarak adlandırmıştı. Menger ihtiyaç kelimesinin eski bir savunucusu olarak, örneğin ekmeğin şiirden daha faydalı olduğunu iddia etmiyordu, ama ısrarla şiirin iktisadî bir karşılığı olmadığını savunuyordu. Aslında Menger bireyci mantığın kendi kendini idare etme fikrine pek katılmıyordu. Menger bu açıdan nesnelciydi. Marjinalizmi asla iktisadın dışına çıkarmak gibi bir derdi yoktu. Bilakis iktisadın diğer disiplinlerden farklı olduğuna inanıyor ve sosyoloji, tarih veya felsefe gibi diğer bilimsel ekollerle iletişime geçmemesini istiyordu. Mises ise hocası Menger’in bu düşüncesine kısmen katılmıyordu. Mises insanların davranışlarını temel alıyor ve bireylerin tercihlerini sorgulamıyordu. Toplumun çoğunluğu için şiirin ekmekten daha faydalı olamayacağını düşünse de buna ses çıkarmıyordu. Bu durumu diğer disiplinlere bırakmak istiyordu. Yaşama güdüsü ve kendini koruma açısından bakıldığında şiir, memeliler için ekmekten daha faydalı olamazdı. Ama bunu gözlemciye göre değerlendirmemek gerekirdi. İşte Mises’te eksik kalan nokta buydu. Hatta faiz teorisinde aşırı psikoloji kullandığı için Mises hocası Eugen von Böhm-Bawerk’i entelektüel anlamda azarlıyordu.
Bir bilimsel gözlemcinin ya da bir iktisatçının ilgilendiği konu bireyin kıt kaynaklar arasından tercihte bulunmasıdır. Bu gerçek bizlere bir evrensel başlangıç yaratır. Hiç kımıldamadan oturmak da buna dâhildir, çünkü hiç tercih yapmamak da bir tercihtir. Fakat bir konuya açıklık getirmekte yarar vardır. Örneğin işten yorgun gelen birisinin daha az tatmin olacağını bile bile ailesini dışarıya çıkarmasının tek bir nedeni vardır: Kısa zamanlı tatmini uzun dönemli tatmine tercih etmek.
Her insan eylemi bu açıdan rasyoneldir. İnsan eyleminin sınırı, kıtlık karşısında yaptığı seçimlerin orijinalliğinde yatar. İnsanın bu tercihleri tüm beşerî kurumları yaratan şeydir. Bu kurumları yaratan tercih skalalarını yasaklamaya kalkmak, onu baskılamak ve ona müdahalede bulunmak faydasız bir davranıştır. Çünkü girişimci de, devlet başkanı da aynı evrensel sınıra tâbidir. Aralarındaki tek fark mantıksaldır.
Tam teşekkülü liberalizmde toplumun bazı kimseleri şiddet üretiminde ve tüketimde bulunmak isterse ne yapacaktır? Piyasaya giriş-çıkış serbest olduğu sürece böyle bir toplumda sıkıntı yoktur. Örneğin şiddet-severler profesyonel ya da amatör şiddet oyunlarına gönüllü katılabilir ve seyirci olabilirler. Boks maçları buna örnektir. İki boksör birbirlerine şiddet uygulayabilir. Seyirciler bunu izleyebilir. Bahis açıktır. Paralar kazanılır ve kaybedilir. Bir boksör yarışmadan çekilebildiği gibi ölüme yaklaştığı an antrenörü beyaz havluyu ringe atarak maçı bitirebilir. Her şey kitabına uygundur. Doğal hukuk tam teşekküllü liberalizmin kutsal kitabıdır. Bu toplumda kölelik mümkün değildir. Gönüllü kölelik ise hiç mümkün değildir. Çünkü gönüllü kölelikte kişinin piyasaya girişi serbesttir, fakat kişi efendinin mülkü olduğu için piyasadan çıkış kapıları sımsıkı kapalıdır. O zaman, doğal hukuk açısından bakıldığında kölelik veya gönüllü kölelik bu toplumda mümkün değildir.
Sonuçta iktisat teorisinin sürekli göz ardı ettiği manevi mallar piyasası hiçbir değişikliğe uğramadan iktisadın evrensel ilkelerine tâbi olarak ekonominin konusu olur. Bu mallara aşk, ilişkiler, dinler, kutsallıklar, onur, şan, şöhret, fahişelik, eşcinsellik ve aklınıza gelmeyecek her türlü şey eklenebilir. Kısaca artık –deneye tâbi olan fen bilimleri hariç– sosyal bilimlerin tüm alt kolları olan siyasetin, psikolojinin, tarihin, felsefenin, mantığın, sosyolojinin, dilbilimin ve ilâhiyatın bütün konularını tek bir çatı altında toplamak mümkündür. Bu buluş en yeni ve en kapsamlı bilimindir. Bu zafer iktisadındır.
Comments