Hans-Hermann Hoppe - 05.03.2015
I. Olay Yeri: Tarih
İnsanlık tarihini, beş milyon yıl önce, yani insanın evrimsel soy hattının insan harici en yakın akrabamız olan şempanzeden ayrıldığı zaman başlatmak makuldür. Ayrıca 2,5 milyon yıl önce, Homo habilis’in ilk ortaya çıkışıyla; ya da 200000 yıl önce, “anatomik olarak modern insan”ın ilk temsilcisinin ortaya çıkışıyla; ya da 100000 yıl önce, anatomik olarak modern insanın standart insan formuna kavuşmasıyla insanlık tarihini başlatmak da makuldür. Ancak, tüm bunların yerine, “anatomik olarak modern insan”ın “davranışsal olarak modern insan”a evrildiği 50000 yıl öncesinden başlamak istiyorum. Bu da son derece makul bir başlangıç noktasıdır.¹
“Davranışsal olarak modern insan”, bugün bile bazı küçük gruplar hâlinde yaşamını sürdüren avcı-toplayıcıların varlığına atıfta bulunmaktadır. Arkeolojik kanıtlara bakıldığında, 100000 yıl önce yaşayan insanların avlanma konusunda hâlen büyük ölçüde beceriksiz olduğu görülmektedir. Kesinlikle büyük ve tehlikeli hayvanları avlayamıyorlardı ve görünüşe göre balık tutmayı da bilmiyorlardı. Aletleri neredeyse sadece taş ve ahşaptan ve yöresel malzemelerden yapılmıştı, bu da herhangi bir uzak mesafe seyahatinin ya da ticaretinin olmadığını gösteriyordu. Buna karşın, yaklaşık 50000 yıl sonra insan araç gereçleri yeni ve oldukça gelişmiş bir nitelik kazandı. Taş ve ahşabın yanı sıra kemik, boynuz, fildişi, diş, deniz kabuğu gibi başka malzemeler de kullanılmaya başlandı ve bu malzemeler genellikle uzak yerlerden geliyordu. Bıçaklar, iğneler, dikenli çengeller, pimler, şişler ve kamalar gibi aletler daha karmaşık ve ustaca imal edilmişti. Fırlatma teknolojisi çok gelişmişti ve oldukça gelişmiş avcılık becerilerine işaret ediyordu (ok ve yay ancak yaklaşık 20000 yıl önce icat edilmişti). Bunun yanı sıra, insanlar balık tutmayı biliyor ve görünüşe göre tekne inşa edebiliyorlardı. Dahası, sade, işlevsel aletlerin yanı sıra, görünüşte tamamen sanatsal aletler; süs eşyaları, heykelcikler ve kuş kemiğinden flütler gibi müzik aletleri de bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Bu önemli gelişmeyi mümkün kılan şeyin, insanın öğrenme ve yenilik yapma yeteneğinde radikal bir iyileşmeyi içeren dilin ortaya çıkmasına yol açan genetik bir değişim olduğu varsayılmıştır. İnsanoğlunun daha erken dönemlerinde -Homo ergaster, Homo neanderthalensis, Homo erectus zamanlarında- bir konuşma yetisi veya lisan bilgisi yoktu. Elbette, birçok gelişmiş hayvanda olduğu gibi, insanoğlunun da dilin iki alt işlevini, yani ifade ya da belirti işlevini ve uyarı ya da sinyal işlevini yerine getirdiği rahatlıkla varsayılabilir.² Ancak, dilin iki üst, bilişsel işlevini, yani tanımlayıcı ve özellikle de argümantatif (tartışmacı) işlevini yerine getirmekten aciz oldukları açıktır. “Bu (özne) ‘a’dır (yüklem)” gibi doğruluk iddiasında bulunan basit tanımlayıcı ifadeler (önermeler) oluşturma ve özellikle de “bu ‘a’dır; her ‘a’ ‘b’dir; dolayısıyla bu ‘b’dir” gibi geçerlilik iddiasında bulunan argümanlar (önermeler zinciri) sunma şeklindeki bu eşsiz insan yetenekleri -gerçekten de o kadar eşsiz insan yetenekleri ki, iç çelişkilere düşmeden, bunları varlığımızdan ‘ayrı’ düşünemeyiz- görünüşe göre yalnızca yaklaşık 50000 yıl evvel ortaya çıkmıştır.³
Dil olmadan, insanlar arasındaki koordinasyon, çok azına sahip oldukları içgüdüler ya da fiziksel yönlendirme veya manipülasyon yoluyla; öğrenme ise ya taklit yoluyla ya da içsel (içkin) anlam ve çıkarımlar yoluyla gerçekleşmek zorundaydı. Ancak bunun tam tersine, dil ile -yani belirli nesneler ve kavramlar (özellikler) ile ilişkilendirilen ve bunlara mantıksal olarak bağlanan sesler olan sözcükler ile- koordinasyon yalnızca semboller aracılığıyla sağlanabilir; ve böylece öğrenme duyu izlenimlerinden (gözlemlerden) bağımsız hâle gelir ve çıkarımlar dışarıdan (dolaysız olarak) yapılabilir ve dolayısıyla özneler arası olarak yeniden üretilebilir ve kontrol edilebilir hâle gelir. Yani, dil aracılığıyla bilgi uzak yerlere ve zamanlara aktarılabilirdi (artık algıya bağlı değildi); kişi zaman ve mekân olarak çok uzaktaki konular (edinilen ve biriktirilen bilgi) hakkında iletişim kurabilirdi. Ve muhakeme sürecimiz, bizi belirli çıkarımlara ve sonuçlara götüren düşünce silsilemiz dışsal, özneler arası olarak tespit edilebilir argümanlarda ‘nesnelleştiği’ için, yalnızca zaman ve mekân içinde kolayca aktarılmakla kalmadı, aynı zamanda alenen eleştirilebilir, geliştirilebilir ve düzeltilebilir hâle geldi. Bu durumda, dilin ortaya çıkışıyla birlikte teknolojide devrim niteliğinde değişikliklerin meydana gelmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Yaklaşık 100000 yıl önce, Afrika kıtasına ve kuzeye, bugünkü İsrail’in bulunduğu bölge olan Orta Doğu’ya yayılmış olan “modern insan” nüfusunun 50000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.⁴ Yaklaşık 80000 ila 70000 yıl önce, dünya önemli bir soğuma dönemi yaşamıştır. Bunun sonucunda, Avrupa’da yaşayan ve binlerce yıl boyunca soğuk iklimlere alışmış olan Neandertaller güneye doğru ilerlemiş ve burada Afrikalı akrabalarıyla çatışıp onları büyük sayılarda yok etmişlerdir. Buna ek olarak, yaklaşık 60000 yıl önce başlayan uzun bir kuraklık dönemi “modern insanı” temel yaşam kaynaklarının çoğundan mahrum bırakmıştır; öyle ki 50000 yıl önce “modern insan” 5000 civarlarında nüfusa düşüp Kuzeydoğu Afrikaya sıkışmış kalmıştır.⁵
Ancak o zamandan bu yana modern insanın yükselişi kesintisiz devam etmiş, tüm dünyaya yayılmış ve sonunda arkaik (kendisi kadar gelişkin olmayan) akrabalarının tamamını yerinden etmiştir. Cebelitarık yakınlarındaki bazı mağaralarda saklanan son Neandertallerin soyunun yaklaşık 25000 yıl önce tükendiğine inanılmaktadır. Endonezya’nın Flores Adası’nda bulunan son Homo erectus kalıntıları ise yaklaşık 13000 yıl öncesine aittir.
“Modern insanlar” göçebe avcı-toplayıcı bir yaşam tarzına sahipti. Toplumlar, zaman zaman bir araya gelen ve yaklaşık 150 kişilik ortak bir genetik havuz oluşturan 10-30 kişilik küçük insan gruplarından oluşuyordu ve bu sayı 500 kişiye kadar çıkabiliyordu (genetikçilerin disjenik etkilerden, yani biyolojik kusurların artmasından kaçınmak için gerekli bulduğu bir büyüklüktür bu).⁶ İş bölümü sınırlıydı ve iş bazında temel ayrışma, çoğunlukla toplayıcı olarak hareket eden kadınlar ile çoğunlukla avcı olarak hareket eden erkekler arasındaydı. Her ne kadar alet ve edevatların özel mülkiyeti biliniyor ve tanınıyor olsa da, göçebe yaşam tarzı sadece küçük mülklere izin veriyordu ve bu da avcı-toplayıcı toplumları nispeten eşitlikçi (egaliteryen) kılıyordu.⁷ Yine de, yaşam başlangıçta atalarımız için gayet iyi görünüyordu.⁸ Sadece birkaç saatlik düzenli çalışma, iyi (yüksek proteinli) beslenme ve bolca boş zaman ile rahat bir yaşam sağlıyordu. Gerçekten de fosil bulguları (iskeletler ve dişler) avcı-toplayıcı atalarımızın 30 yılın üzerinde bir yaşam süresine sahip olduğunu ve bu süreye ancak 19. yüzyılda tekrar ulaşılabildiğini göstermektedir.⁹ Hobbes’un iddia ettiğinin aksine, onların yaşamı kötü, acımasız ve kısa olmaktan çok uzaktı.¹⁰
Bununla birlikte, avcı ve toplayıcıların yaşamı temel ve nihayetinde cevaplanamaz bir zorlukla karşı karşıyaydı. Avcı ve toplayıcı toplumlar esasen parazitik (asalak) bir yaşam sürmüşlerdir. Yani, doğanın sunduğu mal arzına hiçbir şey eklemiyorlardı. Sadece mevcut kaynakları sömürüyorlardı. Birkaç alet dışında üretim yapmıyor, sadece tüketiyorlardı. Yetiştirip çoğaltmıyorlar, doğanın yeniden üretmesini ve yenilemesini beklemek zorunda kalıyorlardı. En iyi ihtimalle başardıkları şey, doğal yenilenme sürecinin bozulmaması ve hatta tamamen durma noktasına gelmemesi için aşırı avlanmamaları ya da aşırı toplama yapmamalarıydı. Her hâlükârda, bu parazitlik biçiminin içerdiği şey, kaçınılmaz bir nüfus artışı sorunuydu. Az önce tarif edilen rahat yaşama izin vermek için nüfus yoğunluğunun son derece düşük kalması gerekiyordu. Bir ila iki kişiyi rahatça yaşatmak için 2,5 kilometrekarelik bir alana ihtiyaç duyulduğu ve daha az verimli bölgelerde daha da geniş alanların gerekli olduğu tahmin edilmektedir.¹¹ Peki nüfus büyüklüğü bu oldukça dar sınırları aştığında ne yapılmalıydı?
İnsanlar elbette böyle bir nüfus baskısının ortaya çıkmasını engellemeye çalışabilirdi ve gerçekten de avcı-toplayıcı toplumlar bu konuda ellerinden geleni yaptılar. Kürtaj yaptılar, çocuk öldürdüler, özellikle de kadınları öldürdüler ve uzun süre emzirerek hamilelik sayısını azalttılar (bu da sürekli hareket hâlinde olan kadınların düşük vücut yağı özelliğiyle birleşerek doğurganlıklarını azaltır). Ancak bu durum sorunu hafifletse de çözmedi. Nüfus artmaya devam etti.
Nüfus artışı sabit bir hızda tutulamayacağına göre, giderek artan “fazla” nüfus için sadece üç alternatif vardı. Bunlardan ilki sınırlı gıda kaynakları için savaşmak, ikincisi göç etmek ve üçüncüsü de aynı topraklarda daha büyük bir nüfusun hayatta kalmasına olanak tanıyan, teknolojik olarak gelişmiş yeni bir toplumsal örgütlenme biçimi icat etmek ve benimsemekti.
İlk seçeneğe, yani savaşmaya gelince, yalnızca kısa bir açıklama yeterli olacaktır. Literatürde ilkel insan sıklıkla barışçıl ve doğayla uyum içinde yaşayan bir varlık olarak tanımlanmıştır. Bu konuda en popüler olanı Jean-Jacques Rousseau’nun “soylu vahşi” tasviridir. Saldırganlık ve savaşın, özel mülkiyet kurumu üzerine inşa edilen uygarlığın bir sonucu olduğu sıklıkla savunulmuştur. Aslında durum neredeyse tam tersidir.¹² Doğru, modern savaşların vahşiliği benzersiz bir katliam yaratmıştır. Örneğin hem Birinci Dünya Savaşı hem de İkinci Dünya Savaşı on milyonlarca insanın ölümüne yol açmış ve ülkeleri harabeye çevirmiştir. Yine de, antropolojik kanıtların da açıkça ortaya koyduğu gibi, ilkel insan çağdaş insandan çok daha savaşçı olmuştur. Avcı-toplayıcı ilkel toplumlardaki erkeklerin ortalama %30’unun doğal olmayan -şiddet içeren- nedenlerle öldüğü tahmin edilmektedir ki bu oran modern toplumlarda bu bağlamda tecrübe edilenlerin çok üzerindedir.¹³ Lawrence Keeley’nin tahminlerine göre, bir kabile toplumu her yıl nüfusunun ortalama %0,5’ini savaşta kaybetmiştir.¹⁴ Bu oranın, 20. yüzyıl nüfusuna uygulandığında, aslında “sadece” birkaç yüz milyon olan mevcut sayı yerine 2 milyar civarında bir kayıp oranına tekabül ettiği görülecektir. Elbette ilkel savaş modern savaştan çok farklıydı. İlkel savaş, savaş meydanlarında düzenli birlikler tarafından değil de baskınlar, pusular ve sürpriz saldırılarla yürütülüyordu. Bununla birlikte, her saldırı son derece vahşice, merhametsizce ve her zaman ölümcül sonuçları olacak şekilde gerçekleştiriliyordu; ve her saldırıda ölen insan sayısı az olsa da, bu saldırgan karşılaşmaların aralıksız doğası, şiddet kaynaklı ölümü her erkek için her zaman mevcut bir tehlike (ve alıkoyulma ile tecavüzü her kadının maruz kalacağı kaçınılmazlık) hâline getiriyordu.¹⁵ Dahası, ilkel dönemde yamyamlığın yaygın olarak uygulandığına dair giderek artan kanıtlar da mevcuttur. Gerçekten de yamyamlığın bir zamanlar neredeyse evrensel bir uygulama olduğu görülmektedir.¹⁶
Daha da önemlisi, ilkel insanın savaşa yatkınlığına ilişkin bu bulgular sadece antropolojik meraklar, yani avcı-toplayıcı toplumların gerçek doğasına ilişkin tesadüfi olarak değerlendirilebilecek özellikler değildir. Aksine, bu tür toplumların sürekli savaşla karakterize olmasının ve barışçıl ilişkilere ulaşmanın -özellikle de çevredeki tüm topraklar işgal edildiği için birbirlerinden kaçma olasılığı ortadan kalktığında- neredeyse imkânsız olmasının temel teorik nedenleri vardır. Nitekim bu durumda farklı avcı-toplayıcı kabilelerin üyelerinin bitki ve hayvan aramak için yaptıkları çeşitli keşif gezilerinde az ya da çok düzenli olarak birbirleriyle karşılaşmaları kaçınılmaz hâle gelmiştir. Gerçekten de nüfus arttıkça bu tür karşılaşmalar daha da sıklaşmıştır. Avcılar ve toplayıcılar doğanın sunduğu kaynak arzına hiçbir şey eklemedikleri, aksine sadece doğanın sunduklarını tükettikleri için, yiyecek uğruna giriştikleri rekabet zorunlu olarak “ya bu meyveleri veya hayvanları ben elde edeceğim ya da sen” şeklinde düşmanca bir yapıya bürünmüştür. Farklı kabilelerin üyeleri arasında ticaret ve mübadele ya hiç yoktu ya da yok denecek kadar azdı, çünkü bir kabilenin üyeleri diğer kabilelerinkiyle temelde aynı faaliyetlerde bulunuyordu ve hiçbiri diğerlerinin ihtiyaç fazlası mallarıyla takas edilebilecek herhangi bir fazla mal biriktirmemişti. Ortada sadece kaçınılmaz bir çatışma vardı ve çatışmalar arttıkça her bir kabilenin nüfus sayısı da optimum düzeyin üzerine çıkıyordu. Bir kişi (ya da kabile) tarafından el konulan her şeyin derhâl tüketildiği ve toplam mal arzının doğa güçleri tarafından katı bir şekilde sınırlandırıldığı bu durumda, insanlar arasında yalnızca ölümcül bir düşmanlık var olabilirdi. Ludwig von Mises’in dediği gibi, “insanlar birbirlerinin ölümcül düşmanları, doğa tarafından sağlanan kıt geçim araçlarının bir kısmını güvence altına alma çabalarında uzlaşmaz rakipler hâline geldiler. Her insan diğer tüm insanları düşmanı olarak görmek zorunda kalırdı; kendi iştahını tatmin etme arzusu onu tüm komşularıyla amansız bir çatışmaya sürüklerdi. Böyle bir durumda hiçbir anlayış veya duygudaşlık gelişemezdi.”¹⁷ Yalnızca rakiplerin ölümü kişinin kendi hayatta kalma arzusuna bir çözüm teşkil edebilirdi. Gerçekten de, başka bir adamın hayatını bağışlamak, onun daha da fazla yavru yapmasına yol açacak ve dolayısıyla kişinin gelecekteki hayatta kalma şansını daha da azaltacaktı.¹⁸
Giderek yeniden ortaya çıkan aşırı nüfus sorunuyla başa çıkmak için kullanılabilecek ikinci seçenek göçtü. Maliyetsizlikten tamamen uzak olsa da -ne de olsa tanıdık toprakları terk edip yabancı topraklara gitmek gerekiyordu- göç (savaşmakla kıyaslandığında), özellikle de ortada sınırlar olmadığı sürece, sık sık daha az maliyetli bir seçenek olarak ortaya çıkmış olmalıydı. Bu nedenle, Doğu Afrika’daki anavatanlarından yola çıkarak, o zamana kadar insanlar tarafından işgal edilmemiş bölgelerde yeni toplumlar oluşturmak için akrabalarından kopan insan grupları tarafından tüm dünya birbiri ardına fethedildi.
Bu sürecin de yaklaşık 50000 yıl önce, davranışsal olarak modern insanın ortaya çıkmasından ve tekne yapma becerisini kazanmasından kısa bir süre sonra başladığı anlaşılmaktadır. Bu zamandan yaklaşık 12000 ila 11000 yıl öncesine kadar küresel sıcaklık yavaş yavaş düştü (o zamandan beri buzullar arası bir ısınma dönemindeyiz) ve buna bağlı olarak deniz seviyeleri de aşağı indi.¹⁹ İnsanlar, o zamanlar sadece adalarla dolu dar bir su kanalı olan Hüzün Kapısı’ndan (Babülmendep Boğazı’ndan) Kızıldeniz’i geçerek (o zamanlar nispeten yağışlı bir dönem geçiren) Arap Yarımadası’nın güney ucunda karaya çıktılar. Oradan itibaren, alışkın oldukları tropikal iklim bölgelerinde kalmayı tercih ederek, muhtemelen 150 kişiyi geçmeyen göç doğuya doğru devam etti. Seyahat çoğunlukla teknelerle yapılıyordu, çünkü insanların atları evcilleştirmeyi öğrendiği yaklaşık 6000 yıl öncesine kadar bu ulaşım şekli yürüyerek seyahat etmekten çok daha hızlı ve elverişliydi. Dolayısıyla, göç kıyı şeridi boyunca gerçekleşmiş ve oradan nehir vadileri yoluyla iç kesimlere doğru ilerleyerek önce Hindistan’a kadar ulaşmıştır. Oradan itibaren, genetik kanıtların da gösterdiği gibi, nüfus hareketi iki yöne ayrıldı. Bir yandan Hint Yarımadası’nın etrafından Güneydoğu Asya’ya ve Endonezya’ya (ki o zamanlar Asya anakarasına bağlıydı) ve son olarak da, Asya anakarasından sadece kısa mesafeli yüzmeler gerektiren adalarla dolu yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir su kanalı ile ayrılan ve şimdi batmış olan eski Sahul Kıtası’na (yani yaklaşık 8000 yıl öncesine kadar birleşik olan Avustralya, Yeni Gine ve Tazmanya’ya) ve kuzeye doğru kıyıdan Çin’e ve nihayetinde Japonya’ya doğru ilerlemişlerdi. Öte yandan, göç süreci Hindistan’dan kuzeybatıya doğru Afganistan, İran ve Türkiye üzerinden nihayetinde Avrupa’ya uzanıyordu. Ayrıca, bu göç akımından ayrılan insanlar kuzeydoğu yönünde Güney Sibirya’ya doğru hareket etmişlerdi. Daha sonraki göçler, büyük olasılıkla üç dalga hâlinde, ilki yaklaşık 14000-12000 yıl önce olmak üzere, Sibirya’dan yola çıkıp -yaklaşık 11000 yıl öncesine kadar- bir kara köprüsü durumundaki Bering Boğazı’nı geçerek Amerika kıtasına yönelmiş ve görünüşe göre sadece yaklaşık 1000 yıl sonra Patagonya’ya ulaşmıştır (Güney Şili’deki insan kalıntılarına ait arkeolojik bulgular 12500 yıllık olarak tarihlendirilmiştir). Son göç rotası ise yaklaşık 5000 yıl önce yerleşilen Tayvan’dan yola çıkmış, Pasifik boyunca yelken açarak Polinezya adalarına ve nihayet günümüzden sadece 800 yıl önce Yeni Zelanda’ya ulaşmıştır.²⁰
Süreç temelde hep aynıydı: Bir grup bir bölgeyi işgal etti, nüfus baskısı arttı, bazı insanlar yerlerinde kaldı, bir alt grup nesilden nesile kıyı şeridi boyunca ilerledi, nehirleri ve av hayvanlarını takip etti ve çöllerden, yüksek dağlardan kaçındı. Afrika’dan Avustralya’ya kadar olan göç yaklaşık 4000 ila 5000 yıl, Avrupa’ya göç ise 7000 yıl (Bulgaristan’da bulunan ve modern insanlara ait olduğu düşünülen en eski eserler yaklaşık 43000 yıl öncesine aittir) ve Batı İspanya’ya ulaşmak da bir başka 7000 yıl daha sürmüş olabilir.²¹ Bir kez ayrıldıktan sonra, çeşitli avcı-toplayıcı toplumlar arasında neredeyse hiç temas olmamıştır. Sonuç olarak, başlangıçta doğrudan akrabalık ilişkileri yoluyla birbirleriyle yakından ilişkili olsalar da, bu toplumlar ayrı genetik havuzlar oluşturmuş ve farklı doğal ortamlarla karşı karşıya kalmaları ve doğal seçilim ile etkileşime giren mutasyonlar ve genetik sürüklenmenin bir sonucu olarak, zaman içinde belirgin şekilde farklı görünümler edinmişlerdir. Genel olarak, çeşitli toplumlar arasındaki genetik farklılık, toplumlar arasındaki mekânsal mesafe ve ayrılık sürelerinin uzunluğu ile bağlantılı olarak artmıştır.²² Farklı etnisiteler ve daha sonra da belirgin şekilde farklı insan ırkları ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu genetik temelli farklılıklar deri rengi, fiziksel yapı ve güç, soğuğa ve çeşitli hastalıklara karşı direnç ve belirli maddelere karşı tolerans gibi konularla ilgili olmuştur. Bununla birlikte, bilişsel konularla da ilgili farklılıklar söz konusu olmuştur. Dolayısıyla, insan beyninin büyüklüğü ve bilişsel güçleriyle ilgili iki önemli gelişme için genetik kanıtlar mevcuttur. Bu gelişmelerden biri yaklaşık 37000 yıl önce meydana gelmiş ve Avrupa ile Doğu Asya’daki nüfusun çoğunu etkilemiştir (ancak Afrika’da çok az iz bırakmıştır), diğeri ise yaklaşık 6000 yıl önce meydana gelmiş ve çoğunlukla Orta Doğu ve Avrupa’daki insanları etkilemiştir (ancak Doğu Asya’da daha az etkisi olmuştur ve Sahra altı Afrika’da neredeyse hiç etkisi olmamıştır).²³
Dahası, insanların coğrafi ve ilişkili genetik farklılaşması ile el ele giden dilsel bir farklılaşma da söz konusudur. Genetik (biyolojik) kanıtlarla büyük ölçüde örtüşen ve desteklenen bazı dilbilimciler, özellikle de Joseph Greenberg’in öncü çalışmalarının izinden giden Merritt Ruhlen,²⁴ tüm insan dillerinin birbirinden kısmen uzak akrabalar olarak türetilebileceği tek bir insan proto-dilinin varlığına dair makul bir iddia ortaya atmıştır. Açıkçası, yaklaşık 50000 yıl önce Afrika anavatanından göç eden ilk insanlar aynı dili konuşuyor olmalıydılar ve bu nedenle yukarıda taslağı çizilen nüfus hareketinin ve insan gruplarının birbirinden zaman ve mekân olarak az ya da çok ayrılmış farklı genetik havuzlara bölünmesinin, dillerin farklılaşması, farklı dillerin dil aileleri hâlinde gruplanması ve bunların da daha büyük süper aileler şeklinde gruplanmasıyla birebir örtüşmesi pek de şaşırtıcı görünmemektedir.²⁵ Aynı şekilde, dillerin çoğalma süreci de öngörülebilir bir model izlemiş gibi görünmektedir. İlk olarak, insanların avcı ve toplayıcı olarak dünyanın dört bir yanına yayılması ve buna bağlı olarak farklı, ayrı genetik havuzların çoğalmasıyla birlikte, giderek artan sayıda farklı dil ortaya çıkmıştır. Örneğin, bugün hâlâ konuşulan 6000 farklı dilden yaklaşık 1200’ü, dünyanın kalan en “ilkel” bölgelerinden biri olan Yeni Gine’de konuşulmaktadır; bu dillerin yarısında “sihirli” sayı olan 500’den fazla, hiçbirinde ise 100000’den fazla konuşmacı yoktur. Bununla birlikte, yaklaşık 11000 yıl önce insan yerleşiminin başlaması ve ardından tarıma geçiş ve buna bağlı olarak iş bölümünün genişlemesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte (ki bu konuya daha sonra değinilecektir), karşıt ve hatta zıt bir eğilimin ortaya çıktığı görülmektedir: Genetik havuzların genişlemesine karşın, konuşulan farklı dillerin sayısı da ardışık olarak azalmıştır.
II. Sorun: Teori
Yaklaşık 35000 yıl önce, yani Afrika’dan ilk göçten 15000 yıl sonra, neredeyse tüm Avrupa, Asya, Avustralya ve tabii ki bizzat Afrika, atalarımız olan modern insanlar tarafından işgal edilmişti ve arkaik insanlar, yani Homo neanderthalensis ve Homo erectus, yok olmanın eşiğindeydi. Yaklaşık 12000 yıl önce insanlar Amerika kıtasına da yayılmıştı. Polinezya adaları dışında, tüm topraklar ve doğanın sağladığı tüm dünyevi (iktisadî) mallar, yani bitkiler ve hayvanlar insanların mülkiyetine geçmişti; ve avcı-toplayıcıların parazitik yaşam tarzı göz önüne alındığında, insanlar bu topraklara ve doğanın sağladığı kaynak arzına hiçbir şey eklememiş, sadece doğal değişimlere tepki göstermişlerdi.
Bu değişimler zaman zaman oldukça sert olmuştur. Örneğin küresel iklimdeki değişiklikler, yaşamaya elverişli alanların miktarını, doğal bitki örtüsünü ve hayvan popülasyonunu önemli ölçüde etkileyebilirdi ve etkiledi de. Söz konusu zaman diliminde, 35000 ile 11000 yıl öncesi arasındaki 20000 yıldan uzun olan dönemde, bu tür doğal koşullarda ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Örneğin 20000 yıl önce, Son Buzul Maksimum olarak bilinen dönemde, sıcaklıklar aniden ciddi oranda düşmüş ve Kuzey Avrupa ile Sibirya’nın büyük bölümü yaşanmaz hâle gelmiştir. Britanya ve İskandinavya’nın tamamı buzullarla kaplanmış, Sibirya’nın büyük bölümü kutup çölüne dönüşmüş ve bozkır-tundra türü bitki örtüsü Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin güneyine kadar uzanmıştır. 5000 yıl sonra, yaklaşık 15000 yıl önce, buzullar eriyerek kutup bölgelerine doğru geri çekilmeye başlamış, böylece insanlar, hayvanlar ve bitkiler daha önce terk ettikleri bölgeleri yeniden doldurmaya başlamıştır. Ancak 2500 yıl sonra, sadece on yıl içinde, sıcaklıklar tekrar neredeyse önceki dondurucu koşullara geri dönmüş; ve sadece 1000 yıl sonra, yaklaşık 11500 yıl önce ve yine aniden, sıcaklıklar uzun süreli bir artış yaşamış ve dünya Holosen olarak adlandırılan en son ve hâlâ devam eden buzullar arası ısınma dönemine girmiştir.²⁶ (Sahra sadece 3000 yıldan daha kısa bir süre önce bugünkü aşırı sıcak çöle dönüşmeye başlamıştır. Roma öncesi dönemlerde Sahra -ve benzer şekilde Orta Asya çölleri- hâlâ bol miktarda yaban hayatı barındıran yeşil bir savandı. Örneğin Kartaca’nın gücü ve cazibesi büyük ölçüde bir buğday üretim merkezi olarak hinterlandının verimliliğine dayanıyordu; bu olgu Roma’nın Kartaca’yı yok etme ve Kuzey Afrika topraklarının kontrolünü ele geçirme arzusunun önemli bir nedeniydi.²⁷)
Tüm karmaşık detaylar ve gelecekteki ampirik araştırmaların yukarıdaki tarihsel anlatıya ilişkin getireceği tüm değişiklikler ne olursa olsun, zamanın bir noktasında insan ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olmak için mevcut kara kütlesi artık genişletilemezdi. İktisat jargonunda, üretim faktörlerinden biri olan “toprağın” arzı, artık değişmez olmuştu ve insan nüfusunun büyüklüğündeki her artış, aynı ve değişmeyen toprak miktarıyla sürdürülmek zorundaydı. Artan nüfus baskısı karşısında eskiden mevcut olan üç seçenekten (taşınmak, savaşmak ya da icat etmek) sadece son ikisi geçerliliğini koruyordu. Bu zorlukla karşılaşıldığında ne yapılmalıydı? Karşılaşılan sorunu daha da netleştirmek için öncelikle avcı-toplayıcı bir toplumdaki iş bölümünün kuşkusuz oldukça sınırlı olan kapsamına daha ayrıntılı bir şekilde bakmak faydalı olacaktır.
Şimdiye kadar farklı grupların ya da klanların üyeleri arasındaki düşmanlık açıklanırken, belirli bir grup ya da klan içinde birlikteliğin -barışçıl işbirliğinin- var olduğu kabul edildi. Fakat bu neden böyle olmalıydı? Grup içi işbirliği neredeyse evrensel olarak doğal kabul edilir. Ancak bunun da bir açıklaması olması gerekir çünkü bu sınırlı derecedeki işbirliğinin bile olmadığı bir dünya kesinlikle makuldür. Kuşkusuz, bazı insan işbirliği biçimlerinin biyolojik bir temeli vardır. “Erkek ve dişinin karşılıklı cinsel çekimi” diye yazar Mises, “insanın hayvani doğasına içkindir ve her türlü düşünce ve teoriden bağımsızdır. Buna orijinal, istemdışı, içgüdüsel ya da gizemli demek mümkündür.”²⁸ Aynı şey anne ve çocuk arasındaki ilişki için de söylenebilir. Eğer anneler uzun bir süre boyunca yavrularıyla ilgilenmeselerdi, çocukları anında ölür ve insanlık mahvolurdu. Ancak, bu gerekli, biyolojik olarak belirlenmiş işbirliği düzeyi, avcı-toplayıcı toplumlarda aslında gözlemlenenden çok daha farklıdır. Mises şöyle devam eder:
Ne birlikte yaşama ne de ondan önce ya da sonra gelenler toplumsal işbirliği ve toplumsal yaşam biçimleri yaratır. Nitekim hayvanlar da çiftleşmek için bir araya gelirler ama toplumsal ilişkiler geliştirmezler. Aile yaşamı yalnızca cinsel ilişkinin bir ürünü değildir. Ebeveynlerin ve çocukların ailede olduğu gibi birlikte yaşamaları hiçbir şekilde doğal ve gerekli değildir. Çiftleşme ilişkisinin bir aile örgütlenmesiyle sonuçlanması gerekmez. İnsan aile yapısı düşünme, planlama ve eylemin bir sonucudur. İşte bu gerçek, per analogiam (analoji yoluyla) hayvan aileleri dediğimiz hayvan gruplarından insan ailelerini köklü bir şekilde farklılaştırır.²⁹
Örneğin, neden her erkek ve her kadın çocukluktan çıktıktan sonra sadece ara sıra seks yapmak için bir araya gelmek üzere yalnız başlarına avlanmıyor ya da toplayıcılığa çıkmıyordu? Neden hâlihazırda bireyler düzeyinde olan insan grupları için söz konusu olan şey, yani doğanın sunduğu kaynakların son derece sınırlı olmasıyla karşı karşıya kalan bir kişinin, tüm topraklar ele geçirilene kadar çatışmadan kaçınmak için bir diğerinden kopması ve ardından yalnızca bir grubun üyelerinin diğer tüm grupların üyelerine karşı savaşı yerine herkesin herkese karşı savaşı patlak vermedi? Buna verilecek cevap şudur: Çünkü işbirliğinin yalıtılmış, kendi kendine yeten eylemlerden daha üretken olduğu fark edilmiş ve benimsenmiştir. İş bölümü ve bu iş bölümüne dayalı işbirliği insan emeğinin üretkenliğini arttırmıştır.
Bunun üç nedeni vardır: Birincisi, tek bir insanın gücünü aşan ve başarılı bir şekilde yerine getirilmesi için birkaç insanın ortak çabasını gerektiren görevler mevcuttur. Örneğin, bazı hayvanlar tek bir kişi tarafından avlanamayacak kadar büyük ya da tehlikeli olabilir, ancak birçok kişinin birlikte çalışmasını gerektirir. Ya da prensipte tek bir birey tarafından yerine getirilebilecek, ancak tek başına bir eylemcinin o kadar çok zamanını alacak ve nihai sonucun bu çabaya değmeyeceği görevler de mevcuttur. Bu görevler ancak ortak bir eylemle yeterince kısa bir zaman diliminde yerine getirilebilir. Örneğin yenilebilir bitki veya hayvan aramak belirsizliklerle doludur. Bir gün uygun bitkilere ya da hayvanlara çabucak rastlanabilir, ama başka bir zaman onları sonu gelmez bir arayışla bile bulamayabiliriz. Ancak bu risk bir havuzda toplanırsa, yani çok sayıda toplayıcı ya da avcı arayışlarına ayrı ayrı başlar ve içlerinden birinin şansı yaver gittiğinde birbirlerini çağırırlarsa, o zaman toplayıcılık ve avcılık her katılımcı için rutin olarak başarılı çabalara dönüşebilir.
İkincisi; her bireyin karşılaştığı doğal ortam aşağı yukarı aynı olsa da, her birey (tek yumurta ikizleri bile) diğerlerinden farklıdır. Örneğin erkeklerin yetenekleri kadınlardan önemli ölçüde farklıdır. Doğaları gereği, erkekler tipik olarak daha iyi avcı, kadınlar ise daha iyi toplayıcıdır. Yetişkinlerin yetenekleri çocuklardan önemli ölçüde farklıdır. Bazı insanlar fiziksel olarak güçlü iken diğerleri de büyük bir el becerisine sahiptir. Bazıları uzun, bazıları ise hızlıdır. Bazıları harika bir görüşe sahipken bazıları iyi bir koku alma duyusuna sahiptir. Bu tür farklılıklar göz önüne alındığında, rahat bir yaşam sağlamak için yerine getirilmesi gereken çeşitli görevlerin, her bir kişinin diğerlerine göre avantajlı olduğu faaliyetlerde uzmanlaşacağı şekilde bölünmesinin açıkça daha faydalı olduğu görülmektedir. Kadınlar toplar, erkekler avlanır. Uzun boylular ağaçlardan meyve toplarken, kısa boylular mantar avlama konusunda uzmanlaşır. Hızlı koşucular haberleri iletir. İyi görme yeteneğine sahip bireyler uzaktaki olayları fark eder. Çocuklar küçük ve dar deliklerin keşfi için kullanılır. El becerisi yüksek kişiler alet üretir. Güçlü olanlar öldürmek üzere saldırmak konusunda uzmanlaşır, vesaire.
Üçüncü olarak; bir kabilenin üyeleri, akla gelebilecek her görevde bir kişinin diğerlerinden daha verimli olmasını sağlayacak kadar birbirlerinden farklı olsalar bile, iş bölümü yine de her yönüyle tek başına çalışmaktan daha verimlidir. Örneğin bir yetişkin herhangi bir görevde bir çocuktan daha iyi olabilir. Ancak zamanın kıtlığı şeklindeki kaçınılmaz gerçek göz önüne alındığında, bu olası en kötü senaryoda bile, yetişkinin (çocuğunkine kıyasla) daha yüksek verimliliğinin özellikle belirgin olduğu görevlerde uzmanlaşması ve çocuğun genel olarak daha düşük verimliliğinin nispeten daha az olacağı görevleri çocuğa bırakması iktisadî açıdan mantıklıdır -yani, birim emek başına üretilen malların fiziksel çıktısının daha yüksek olmasına yol açar. Örneğin, yetişkin kişi küçük odunları toplamada çocuktan daha verimli olsa da, yetişkinin büyük av hayvanlarını avlamadaki çok daha büyük üstünlüğü odun toplamayı zaman israfı hâline getirecektir. Bunun yerine yetişkin, çocuğun yakacak odun toplamasını ve kendi değerli zamanının tamamını, daha yüksek verimliliğinin özellikle belirgin ve belirleyici olduğu görevi, yani büyük hayvan avcılığını yerine getirmek için kullanmayı isteyecektir.
Bununla birlikte, iş bölümünün sunduğu bu avantajlar, kabile içi (savaş yerine) işbirliğini ve başlangıçta belki de tamamen “bencilce güdülenmiş” bu işbirliğine dayalı olarak, yakın akrabalar arasındaki özel, normalden daha dostane ilişki için var olabilecek biyolojik temelin ötesine geçen, kişinin türdeşlerine karşı sempati (anlayış ve iyi niyet) duygularının kademeli olarak gelişmesini açıklayabilse de, bu açıklama yine de sadece bir yere kadar geçerlidir. Avcı-toplayıcı toplumların kendine has, parazitik doğası göz önünde bulundurulduğunda ve toprağın sabit olduğu varsayıldığında, insan sayısının optimum grup büyüklüğünü aştığı ve ortalama yaşam standartlarının düşerek daha önce var olmuş olabilecek grup içi dayanışma derecesini tehdit ettiği bir an, mutlaka ortaya çıkacaktır.³⁰
Bu durum, iktisadî getiri yasası tarafından tespit edilmiş ve açıklanmıştır.
Popüler ancak biraz yanıltıcı bir şekilde azalan verimler yasası olarak da adlandırılan getiriler yasası, iki veya daha fazla üretim faktörünün herhangi bir kombinasyonu için optimum bir kombinasyonun mevcut olduğunu belirtir (öyle ki bundan herhangi bir sapma, maddi israf veya “verimlilik kayıpları” içerir).³¹ İki orijinal üretim faktörü olan emek ve toprağa (doğa tarafından verilen kaynaklar) uygulanan bu yasa, toprak miktarı ve mevcut teknoloji (avcılık ve toplayıcılık) sabit kalırken emek miktarının (nüfus) artırılması durumunda, eninde sonunda emek birimi girdi başına fiziksel çıktının maksimize edildiği bir noktaya ulaşılacağını ifade eder. Bu nokta optimum nüfus büyüklüğünü işaret eder. Eğer ek arazi yoksa ve teknoloji “belirli” bir seviyede sabit kalırsa, optimum büyüklüğün ötesindeki herhangi bir nüfus artışı kişi başına kazançta kademeli bir düşüşe yol açacaktır. Dolayısıyla ortalama yaşam standartları düşecektir. Bir (mutlak) aşırı nüfus noktasına ulaşılmış olacaktır. Bu, Mises’in deyimiyle Malthusçu nüfus yasasıdır.
Malthusçu nüfus yasasının temel önemi nedeniyle ve olası bir yanlış anlamayı önlemek için, yasanın neyi ifade etmediğini de açıkça belirtmek yerinde olacaktır. Yasa, bu optimal kombinasyon noktasının tam olarak nerede olduğunu -örneğin kilometrekare başına şu kadar kişi gibi- iddia etmemekte, sadece böyle bir noktanın var olduğunu söylemektedir. Aksi takdirde, her miktarda çıktı sadece bir faktörün (emek) artırılıp diğerinin (toprak) değiştirilmemesiyle üretilebilseydi, ikincisi (toprak) kıt olmaktan ve dolayısıyla iktisadî bir mal olmaktan çıkardı; herhangi bir toprak parçasının getirisi, bu parçaya uygulanan emek girdisini artırarak sınırsız bir şekilde artırılabilirdi (yani kişinin toprağının boyutunu genişletmeyi hiç düşünmesine gerek kalmadan). Yasa ayrıca, sabit miktardaki bir başka faktöre (toprak) uygulanan bir faktördeki (emek) her artışın, üretilen çıktıda oransal olarak daha az bir artışa yol açması gerektiğini belirtmez. Aslında, optimum kombinasyon noktasına yaklaştıkça, belirli bir toprak parçasına uygulanan emek artışı, çıktıda orantılı bir artıştan daha fazlasına, yani artan getiriye yol açabilir. Örneğin fazladan bir insan, bu fazladan bir avcı olmadan hiç avlanamayan bir hayvan türünün avlanmasını mümkün kılabilir. Getiri yasası sadece bunun kesin sınırlar olmaksızın gerçekleşemeyeceğini belirtir. Yasa, optimum kombinasyon noktasının yukarı ve dışa doğru kaydırılamayacağını da iddia etmez. Aslında, aşağıda açıklanacağı üzere, teknolojik ilerlemeler sayesinde optimum kombinasyon noktası hareket ettirilebilir ve böylece daha büyük bir nüfusun aynı miktarda arazide daha yüksek bir ortalama yaşam standardından faydalanması sağlanabilir. Getiri yasasının söylediği tek şey, bir teknolojik gelişme durumu (üretim tarzı) ve buna karşılık gelen bir uzmanlaşma derecesi varsayıldığında, emek arzındaki bir artışın zorunlu bir şekilde üretilen çıktıda oransal olarak daha az bir artışa yol açması ya da hiç artışa yol açmaması gereken bir optimum kombinasyon noktasının var olduğudur.
Aslında, avcı-toplayıcı toplumlar için Malthusçu mutlak aşırı nüfus tuzağından kaçmanın zorlukları, getiri yasasına ilişkin bu niteliklerin gösterebileceğinden daha da şiddetlidir. Çünkü bu nitelemeler, tuzaktan kaçmak için gerekli olanın “yalnızca” teknolojik bir yenilik olduğu izlenimini bıraksa da, gerçek tam olarak bu değildir. Sadece herhangi bir teknolojik yenilik yeterli olmayacaktır. Avcı-toplayıcı toplumlar, açıklandığı üzere, doğadaki mal arzına hiçbir şey eklemeyen, yalnızca doğanın sunduklarını sahiplenen ve tüketen “parazitik” toplumlar oldukları için, bu üretim tarzı çerçevesinde herhangi bir verimlilik artışı, üretilen malların (toplanan bitkilerin veya avlanan hayvanların) daha büyük bir çıktısıyla değil (veya yalnızca önemsiz bir çıktıyla), basitçe (veya çoğunlukla) esasen değişmeyen bir çıktı miktarını üretmek için gerekli zamanın azalmasıyla sonuçlanır. Örneğin 20000 yıl kadar önce yapıldığı anlaşılan ok ve yayın icadı, tüketilebilecek hayvan eti miktarının artmasına ve böylece daha fazla sayıda insanın belirli bir tüketim düzeyine ulaşmasına ya da bu düzeyi aşmasına yol açmayacak, yalnızca aynı sayıda insanın et tüketimi açısından değişmeyen bir yaşam standardıyla daha fazla boş zaman geçirmesine yol açacaktır (ya da nüfus artarsa, daha fazla boş zaman kazanımının kişi başına et tüketiminde bir azalmayla karşılanması gerekecektir). Aslında, avcı-toplayıcılar için ok ve yayın icadı gibi teknolojik ilerlemelerle elde edilen üretkenlik kazanımları hiç de nimetten sayılmayabilir ya da sadece çok kısa vadeli bir nimet sayılabilir. Çünkü, örneğin avlanmanın daha kolay hâle gelmesi aşırı avlanmaya yol açarak kısa vadede kişi başına düşen et arzını artırabilir, ancak uzun vadede hayvanların doğal üreme hızını azaltarak ya da hayvanların neslini tüketecek şekilde avlanarak et arzını azaltabilir ya da muhtemelen ortadan kaldırabilir ve böylece nüfus büyüklüğünde herhangi bir artış olmasa bile Malthusçu sorunu büyütebilir.³²
III. Çözüm: Teori ve Tarih
Bu bağlamda, sürekli olarak ortaya çıkan ve tekrar tekrar baş gösteren nüfus “fazlalığı” ve buna bağlı olarak ortalama yaşam standartlarının düşmesi sorununu (en azından geçici olarak³³) çözen teknolojik buluş, tüm üretim tarzında devrim niteliğinde bir değişiklikti. Bu buluş, parazitik bir yaşam tarzından gerçek anlamda üretken bir yaşama geçişi içeriyordu. Doğanın sunduklarına yalnızca el koymak ve onları tüketmek yerine, tüketim malları artık aktif olarak üretiliyor ve doğa zenginleştirilip geliştiriliyordu.
İnsanın üretim tarzındaki bu devrim yaratan değişim genellikle “Neolitik Devrim” olarak adlandırılır: Bu, avcılık ve toplayıcılık yoluyla gıda üretiminden bitki ve hayvan yetiştirerek gıda üretimine geçiştir.³⁴ Yaklaşık 11000 yıl önce Orta Doğu’da, tipik olarak “Bereketli Hilal” adı verilmiş Mezopotamya ve Doğu Akdeniz kıyılarından oluşan coğrafi bölgede başlamıştır. Aynı icat, görünüşte bağımsız olarak, 2000 yıldan kısa bir süre sonra Çin’in merkezinde ve yine birkaç bin yıl sonra (yaklaşık 5000 yıl önce) Batı yarımküredeki Mezoamerika’da, Güney Amerika’da ve bugünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu kesiminde tekrar gerçekleştirilmiştir. Bu inovasyon merkezlerinden yayılan yeni teknoloji daha sonra neredeyse tüm dünyayı fethetmiştir.
Yeni teknoloji temel bir bilişsel başarıyı temsil ediyordu ve o zamandan günümüze kadar insan yaşamının baskın özelliği hâline gelen birbiriyle ilişkili iki kurumsal inovasyonda ifadesini buldu: Bunlar toprağın özel mülkiyet olarak sahiplenilmesi ve kullanılması ile ailenin ve aile hane halkının kurulmasıydı.
Bu kurumsal inovasyon ve yenilikleri ve bunların altında yatan bilişsel başarıyı anlamak için öncelikle bir üretim faktörü olan “toprağın” avcı-toplayıcı toplumlar tarafından nasıl ele alındığına bakmak gerekir.
Bir kabile hanesi çerçevesinde özel mülkiyetin var olduğu rahatlıkla varsayılabilir. Kişisel giysiler, alet, edevat ve süs eşyaları gibi şeyler açısından özel mülkiyet kesinlikle mevcuttu. Bu tür eşyalar belirli, tanımlanabilir bireyler tarafından üretildiği ya da başkaları tarafından asıl üreticilerinden hediye ya da takas yoluyla edinildiği ölçüde bireysel mülkiyet olarak kabul edilirdi. Diğer yandan, mallar ortaklaşa ya da ortak bir çabanın sonucu olduğu ölçüde ise kolektif hane halkı malları olarak kabul edilirdi. Bu durum en çok geçim araçları için, yani kabile içi bir iş bölümünün sonucu olarak toplanan meyveler ve avlanan hayvanlar için geçerliydi. O hâlde, avcı-toplayıcı toplumlarda kolektif mülkiyetin oldukça önemli bir rol oynadığına şüphe yoktur ve bu nedenle ilkel, kabile ekonomilerini tanımlamak için “ilkel komünizm” terimi sıklıkla kullanılmıştır: İlkel komünizmde her birey hane gelirine “yeteneklerine göre” katkıda bulunur ve her biri kolektif gelirden “ihtiyaçlarına göre” (grup içindeki mevcut hiyerarşiler tarafından belirlendiği şekilde) pay alırdı ki bu “modern” hanelerdeki “komünizmden” pek de farklı değildir.
Peki ya tüm grup faaliyetlerinin üzerinde gerçekleştiği toprak parçası? Avcı-toplayıcı toplumlarda toprağın özel mülkiyet kapsamında değerlendirildiği ihtimali rahatlıkla göz ardı edilebilir. Öyleyse bu topraklar kolektif mülkiyet miydi? Bunun genellikle böyle olduğu, neredeyse doğal bir durum olduğu varsayılmıştır. Ancak burada sorulması gereken soru aslında daha karmaşıktır çünkü toprağın ne özel ne de kolektif mülkiyet olduğu, bunun yerine çevrenin bir parçasını ya da daha spesifik olarak genel eylem koşullarını ya da “ortak mülkiyet” veya kısaca “müşterekler” olarak adlandırılan şeyi oluşturduğu şeklinde üçüncü bir alternatif daha mevcuttur.³⁵
Bu soruyu belirlemek için standart antropolojik araştırmalar ya çok az yardımcı olur ya da hiç yardımcı olmaz. Bunun yerine, birkaç kesin tanım da dâhil olmak üzere bazı temel iktisadî teoriler gereklidir. İnsanın eylemlerinin gerçekleştiği dış dünya, kategorik olarak birbirinden farklı iki kısma ayrılabilir. Bir yanda araçlar ya da iktisadî mallar olarak kabul edilen şeyler vardır; diğer yanda ise çevre olarak kabul edilen ya da bazen biraz yanıltıcı da olsa serbest mallar olarak da adlandırılan şeyler vardır. Dış dünyanın bir unsurunun bir araç ya da iktisadî mal olarak sınıflandırılabilmesi için gerekenler ilk kez Carl Menger tarafından oldukça dikkatli ve isabetli bir şekilde tanımlanmıştır.³⁶ Bunlar üç yönlüdür. Birincisi, bir şeyin iktisadî mal (bundan böyle kısaca “mal” olarak anılacaktır) olabilmesi için o şeyin bir insan ihtiyacı (ulaşılmamış bir amaç veya giderilmemiş bir insan arzusu veya talebi) olması gerekir. İkincisi, insanların nedensel olarak bu ihtiyaçla bağlantılı (nedensel bir bağlantı içinde duran) ve dolayısıyla bu ihtiyacın tatminini sağlayabilecek özellikler veya niteliklere sahip olduğuna veya bu özellikler ve niteliklerle donatıldığına inandıkları bir şeyi algılamaları gerekir. Üçüncüsü ve mevcut bağlamda en önemlisi, bu şekilde algılanan dış dünyanın bir unsurunun, söz konusu ihtiyacı tatmin etmek (hedeflenen amaca ulaşmak) için kullanılabilecek (aktif, kasıtlı, bilinçli olarak kullanılabilecek) şekilde insan kontrolü altında olması gerekir. Mises’in dediği gibi: “Bir şey, insan aklı onu bir amaca ulaşmak için kullanmayı planladığında ve insan eylemi onu bu amaç için gerçekten devreye soktuğunda bir araç hâline gelir.”³⁷ Ancak bir şey bu şekilde bir insan ihtiyacı ile nedensel bir bağlantıya sokulursa ve bu şey insan kontrolü altındaysa, bu varlığın sahiplenildiği -bir mal hâline geldiği- ve dolayısıyla birinin (özel veya kolektif) mülkü olduğu söylenebilir. Öte yandan, dış dünyanın bir unsuru bir insan ihtiyacıyla nedensel bir bağlantı içindeyse, ancak hiç kimse bu unsuru kontrol edemiyorsa (veya edebileceğine inanmıyorsa) ve bu unsura müdahale edemiyorsa (yani müdahale etmek yerine onu kendi doğal işleyişine ve sonuçlarına bırakmak zorunda kalıyorsa), o zaman böyle bir unsur sahiplenilmemiş çevrenin bir parçası olarak kabul edilmelidir ve dolayısıyla hiç kimsenin mülkü değildir. Dolayısıyla, örneğin, güneş ışığı ya da yağmur, atmosferik basınç ya da yerçekimi kuvvetleri belirli istenen ya da istenmeyen sonuçlar üzerinde nedensel bir etkiye sahip olabilir, ancak insan kendisini bu tür unsurlara müdahale etmekten aciz gördüğü sürece, bunlar herhangi bir eylemin parçası değil, yalnızca eylemin koşullarıdır. Örneğin, yağmur suyu yenilebilir bazı mantarların yetişmesiyle nedensel olarak bağlantılı olabilir ve bu nedensel bağlantı pekâlâ bilinebilir. Ancak, yağmur suyu konusunda hiçbir şey yapılmazsa, bu su da kimseye ait değildir; üretime katkıda bulunan bir faktör olabilir, ancak kesinlikle bir üretim faktörü değildir. Ancak doğal yağışa fiilî bir müdahalede bulunulursa, örneğin yağmur suyu bir kovada ya da bir sarnıçta toplanırsa, birisinin mülkü olarak kabul edilebilir ve bir üretim faktörü hâline gelir.
Şimdi bu değerlendirmelerin oluşturduğu zemin üzerinde, avcı-toplayıcı bir toplumda toprağın statüsüne ilişkin soruyu ele almaya geçebiliriz.³⁸ Kuşkusuz, bir çalıdan toplanan meyveler mülktür; ancak toplanan meyvelerle nedensel olarak bağlantılı olan çalı ne olacaktır? Çalı, çevresel bir eylem koşulu ve insan ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunan bir faktör olarak sahip olduğu özgün statüsünden ancak kendisine el konulduktan sonra, yani insan, belirli bir sonucu (meyve hasadının doğal olarak elde edilen seviyenin üzerine çıkması sonucunu) elde etmek için örneğin çalıyı sulayarak ya da dallarını budayarak çalı ve meyveleri birbirine bağlayan doğal nedensel sürece kasıtlı olarak müdahale ettikten sonra mülkiyet statüsüne ve gerçek bir üretim faktörü statüsüne yükselmiştir. Dahası, çalı bir kez bakım yapılarak ya da ona özen gösterilerek mülk hâline getirildiğinde, daha önce yalnızca fiilen hasat edilen meyveler birisinin mülkü iken, gelecekteki meyve hasadı da mülk hâline gelmiştir; dahası, örneğin gelecekteki meyve hasadını artırmak için çalı sulanarak doğal, sahipsiz durumundan çıkarıldığında, çalıyı destekleyen toprak da mülk hâline gelmiştir.
Benzer şekilde, avlanan bir hayvanın da mülk olduğuna şüphe yoktur; ancak bu hayvanın bir parçası olduğu sürü ne olacaktır? Önceki değerlendirmelerimize istinaden, insan bir ihtiyacının karşılanmasıyla (kendi zihninde) nedensel olarak bağlantılı sayılabilecek hiçbir şey yapmadığı sürece o sürü doğanın sahipsiz bir parçası olarak görülmelidir. Sürü, ancak arzu edilen bir sonucu üretmek için doğal olaylar zincirine müdahale etme gerekliliği yerine getirildiğinde mülk hâline gelecektir. Örneğin, insan hayvanları gütmeye başlar başlamaz, yani sürünün hareketlerini aktif olarak kontrol etmeye çalışır çalışmaz durum böyle olacaktır. Dolayısıyla çoban sadece sürünün sahibi olmakla kalmayıp, sürünün doğal olarak ürettiği gelecekteki tüm yavruların da sahibi olacaktır.
Peki ya sürünün kontrol altındaki hareketinin gerçekleştiği toprak parçası? Bizim tanımlarımıza göre, çobanlar, en azından otomatik olarak, başka bir gereklilik yerine getirilmeden, toprak arazisinin sahibi addedilemezler. Çünkü geleneksel olarak tanımlandığı şekliyle çobanlar yalnızca sürünün doğal hareketlerini izlemiş ve çobanların doğaya müdahaleleri, hayvan eti tedariki gerektiğinde üyelerinden herhangi birine daha kolay erişebilmek için sürüyü bir arada tutmakla sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte çobanlar toprağın kendisine müdahale etmemiştir. Sürünün hareketlerini kontrol etmek için toprağa müdahale etmemiş, sadece sürü üyelerinin hareketlerine müdahale etmişlerdir. Toprak ancak çobanlar çobanlıktan vazgeçip hayvan besiciliği tesisi kurmaya yöneldiklerinde, yani toprağı kontrol ederek hayvanların hareketlerini kontrol etmek için toprağa (kıt) bir araç olarak davrandıklarında mülk hâline gelmiştir. Bu durum ancak arazi bir şekilde etrafı çitlerle çevrilerek ya da hayvanların serbest ve doğal dolaşımını kısıtlayan hendekler gibi başka engeller inşa edilerek sınırlandırıldığında ortaya çıkmıştır. Böylece toprak, hayvan sürülerinin üretimine yalnızca katkıda bulunan bir faktör olmaktan çıkıp gerçek bir üretim faktörü hâline gelmiştir.
Bu değerlendirmelerin gösterdiği şey, toprağı avcı-toplayıcı toplumların kolektif mülkiyeti olarak düşünmenin hatalı olduğudur. Avcılar çoban değildi, hayvancılıkla da uğraşmıyorlardı; toplayıcılar da bahçıvan ya da tarımcı değildi. Doğanın bahşettiği fauna ve flora üzerinde, onları besleyerek ya da tımar ederek kontrol sağlamıyorlardı. Avcı-toplayıcılar sadece doğadan parçalar koparırlardı. Toprak onlar için faaliyetlerinin bir koşulu olmaktan öteye gitmiyordu, mülkleri değildi.
En iyi ihtimalle, çok küçük toprak parçaları avcılar ve toplayıcılar tarafından sahiplenilmiş (ve böylece kolektif mülkiyete dönüştürülmüş), gelecekteki zamanlarda kullanılmak üzere fazla mallar için kalıcı depolama yerleri ve barınaklar olarak kullanılmış, tüm bunlar olurken çevredeki topraklar sahipsiz varoluş koşulları olarak ele alınmaya ve kullanılmaya devam etmiştir.
O hâlde, büyüyen avcı-toplayıcı toplumların karşı karşıya kaldığı Malthus tuzağının (geçici) çözümüne yönelik belirleyici adımın, yalnızca depolama yerleri ve barınma tesislerinin kurulmasının ötesine geçerek toprakta mülkiyetin kurulması olduğu söylenebilir. Mutlak aşırı nüfus artışının bir sonucu olarak düşen yaşam standartlarının baskısı altında kalan kabile üyeleri (ayrı ayrı ya da toplu olarak) daha önce sahipsiz olan çevredeki doğaya (toprağa) art arda daha fazla sahiplenme eylemine girişmişlerdir. Çevredeki toprakların bu şekilde sahiplenilmesinin ve eski depolama ve barınma yerlerinin tarım ve hayvancılık merkezlerine dönüştürülmesinin altında yatan ve onları motive eden şey ise dikkate şayan bir entelektüel başarıydı. Michael Hart’ın belirttiği gibi, “ekin ekme, onları koruma ve nihayetinde hasat etme fikri basit, sıradan ya da önemsiz değildir ve bu fikri kavramak için azımsanmayacak derecede zekâ gerekir. Ne Australopithecus, ne Homo habilis, ne Homo erectus, ne de arkaik Homo sapiens gibi maymunsular bu fikri tasavvur edebilmişlerdir.”³⁹ Hayvanların bakımı, evcilleştirilmesi ve yetiştirilmesi gibi çok daha zor bir fikri de hiçbiri akıllarına getirememiştir.
Eskiden tüm tüketim malları mümkün olan en doğrudan ve en hızlı şekilde, yani yiyecek ararken, nerede olurlarsa olsunlar ya da nereye giderlerse gitsinler bu malları “toplayarak” sahiplenilirdi. Buna karşılık, tarım ve hayvancılıkla birlikte tüketim mallarına dolaylı ve dolambaçlı bir yoldan, yani toprağın bilinçli kontrolü aracılığıyla üretilerek ulaşıldı. Bu süreç, tüketim mallarının (bitkiler ve hayvanların) basitçe toplanmak üzere “verilmiş” olmadığının, bunların arzını etkileyen doğal nedenlerin bulunduğunun ve bu doğal nedenlerin toprağın kontrol altına alınmasıyla manipüle edilebileceğinin keşfedilmesine dayanıyordu. Yeni üretim tarzı, nihai hedef olan gıda tüketimine ulaşmak için daha fazla zaman gerektiriyordu (ve bu nedenle boş zamandan feragat edilmesini gerektiriyordu), ancak toprağın gerçek bir üretim faktörü olarak devreye girmesiyle daha üretken hâle geliyor ve daha fazla toplam tüketim malı (gıda) üretimine yol açıyor, böylece aynı miktarda toprakta daha büyük bir nüfusun varlığını sürdürmesine olanak sağlıyordu.⁴⁰
Daha spesifik olarak bitkiler açısından bakıldığında; beslenme amaçlarına uygun tohumlar ve meyveler artık sadece toplanmıyor (ve muhtemelen depolanmıyor), bunları içeren yabani bitkiler bizzat yetiştiriliyordu. Tohumlar ve meyveler tatlarının yanı sıra büyüklük, dayanıklılık (depolanabilirlik), hasat ve tohum çimlendirme kolaylığı açısından seçildi ve tüketilmeyip gelecekteki tüketim malları üretimi için girdi olarak kullanıldı, bu da belki 20 ila 30 yıl gibi nispeten kısa bir süre içinde birim arazi başına verimi önemli ölçüde artıran yeni, evcilleştirilmiş bitki çeşitlerine yol açtı. Yakın ve Orta Doğu’da bu şekilde evcilleştirilen ilk bitkiler arasında siyez buğdayı, gernik buğdayı, arpa, çavdar, bezelye ve zeytin vardı. Çin’de pirinç ve darı; çok daha sonra Mezoamerika’da mısır, fasulye ve kabak; Güney Amerika’da patates ve manyok; Kuzeydoğu Amerika’da ayçiçeği ve kazayağı otu (yabani ıspanak); Afrika’da ise süpürgedarısı, pirinç, yer elması ve yağlık palmiye ağacı evcilleştirilmiştir.⁴¹
Hayvanların evcilleştirilmesi süreci de benzer çizgide ilerlemiştir ve bu bağlamda, yaklaşık 16000 yıl önce, yani hâlâ avcı-toplayıcı koşullar altında, Sibirya’da bir yerlerde gerçekleşen köpeklerin ilk evcilleştirilmesi ve yetiştirilmesi deneyiminden faydalanmak mümkün olmuştur.⁴²
Köpekler kurtların soyundan gelir. Kurtlar mükemmel avcılardır. Bununla birlikte, aynı zamanda leş yiyicilerdir ve bu nedenle kurtların düzenli olarak insan kamp alanlarında artıklar için dolaştıkları makul bir şekilde savunulmuştur. Leş yiyiciler olarak, insanlardan en az korkan ve onlara karşı en dostane davranışları sergileyen kurtların evrimsel bir avantaj elde ettiği açıktır. Muhtemelen kampları takip eden bu yarı ehlileşmiş kurtların yavruları kabile evlerine evcil hayvan olarak kabul edilmiş ve daha sonra bunların çeşitli amaçlar için eğitilebileceği keşfedilmiştir. Kurtlar ve yakın torunları olan ilk köpekler, diğer hayvanların avlanmasında kullanılabiliyorlardı, kızak çekmede kullanılabiliyorlardı, soğuk gecelerde iyi bir yatak ısıtıcısı oluyorlardı ve hatta acil durumlarda et kaynağı sağlıyorlardı. Ancak en önemlisi, bazı köpeklerin havlayabildiği (kurtlar nadiren havlar) ve havlama yetenekleri için seçilip yetiştirildikleri ve böylece sahiplerini yabancılara ve davetsiz misafirlere karşı uyarma ve koruma gibi paha biçilmez bir görevi yerine getirdikleri keşfedildi. Köpeğin bir kez “icat edilmesinin” ardından, bu icadın Sibirya’dan tüm dünyaya müthiş bir hızla yayılmasının nedeninin her şeyden önce bu hizmet olduğu açıktır. Her yerde herkes bu yeni, olağanüstü hayvan türünün yavrularına sahip olmak istiyordu, çünkü kabileler arası sürekli savaşların yaşandığı bir çağda köpek sahibi olmak büyük bir avantajdı.⁴³
Köpek, insan uygarlığının ilk merkezi hâline gelecek olan Yakın Doğu bölgesine ulaştığında, insanların üretken yaşam “deneyine” ve bunun başarısına önemli bir ivme katmış olmalıydı. Çünkü nöbetçi olarak kullanılan bir köpek, göçebe avcı-toplayıcılar için bir değer olsa da, sabit yerleşimciler için çok daha büyük bir değerdi. Bunun nedeni basittir: Zira yerleşik toplumlarda korunacak daha fazla şey vardır. Avcı-toplayıcı toplumlarda, ister dışarıdan ister içeriden gelebilecek saldırılara karşı olsun, kişinin hayatı için korkması gerekirdi. Ancak, toplumun hiçbir üyesi fazla bir şeye sahip olmadığından, çalmak için çok az neden olurdu ya da hiç olmazdı. Yerleşimcilerden oluşan bir toplumda ise durum farklıydı. Başlangıcından itibaren yerleşik hayat, toplumun farklı üyelerinin sahip olduğu mülk ve servette önemli farklılıkların ortaya çıkmasıyla belirginleşti; bu nedenle, herhangi bir tarzda, şekilde veya surette kıskançlık var olduğu sürece (rahatlıkla varsayılabileceği üzere)⁴⁴ topluluktaki her üye (her ayrı hane), özellikle kendi kabilesinin üyeleri de dâhil olmak üzere, başkaları tarafından mülkünün çalınması veya tahrip edilmesi tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Köpekler bu sorunla başa çıkmada özellikle de biyolojik bir gerçek olarak kendilerini tüm insanlara ya da örneğin kediler gibi belirli bölgelere değil de bireysel “sahiplerine” bağladıkları için paha biçilmez bir yardım sağladılar.⁴⁵ Bu nedenle, kendileri kolektif olarak değil de özel olarak sahip olunan bir şeyin en iyi örneğini temsil ediyorlardı. Yani, ilkel bir toplumda mülkiyetin özel sahipliğine karşı var olabilecek her türlü tabuya “doğal bir çürütme” sunuyorlardı. Üstelik bundan daha da önemlisi, köpekler tartışmasız bir şekilde belirli bireylerin mülkiyeti oldukları için, doğal sahiplerinin özel mülkiyetini her türlü “yabancı” istilacıya karşı korumada da benzersiz bir hizmet sunduklarını kanıtlamışlardı.⁴⁶
Aslında bitkilere kıyasla hayvanlar insanlar için çeşitli nedenlerle çok daha değerliydi: Bu nedenler, örneğin et, süt, deri, kürk ve yün kaynağı olarak ve ayrıca potansiyel ulaşım, taşıma ve vasıta gücü olarak kullanılmalarıydı. Ancak, biyolojik bir gerçek var ki, çoğu hayvan evcilleştirilemez.⁴⁷ Bu durumda, hayvanların çiftlik hayvanı ya da evcil hayvan olarak “üretilmesinde” ilk ve en önemli seçim kriteri, bir hayvan türünün algılanan evcilleştirilebilirlik ya da kontrol edilebilirlik derecesiydi. Birinin varsayımını test etmek için, ilk adımda vahşi bir hayvanın güdülmeye, çobanlığı yapılmaya uygun olup olmadığı kontrol edilirdi. Eğer uygunsa, daha sonra bu vahşi hayvanlardan oluşan bir sürünün de güdülebilir olup olmadığı denenirdi. Eğer öyleyse, bir sonraki neslin ebeveynleri olarak ehlileştirilmiş hayvanlar seçilirdi -tabii tüm hayvanlar esaret altında üremezdi- ve bu böyle devam ederdi. Son olarak, ehlileştirilmiş hayvan çeşitleri arasında boyut, güç vb. gibi diğer arzu edilen özellikler için seçim yapılır ve böylece nihayetinde yeni, evcilleştirilmiş bir hayvan türü üretilirdi. Yakın ve Orta Doğu’da (yaklaşık 10000 yıl önce) bu şekilde evcilleştirilen ilk büyük memeli hayvanlar arasında koyun, keçi ve domuz (yaban domuzundan), ardından da sığır (yabani bizondan) vardı. Sığırlar, görünüşe göre bağımsız olarak, neredeyse aynı zamanlarda (yaklaşık 8000 yıl önce) Hindistan’da da evcilleştirilmişti. Yakın ve Orta Doğu ile hemen hemen aynı zamanlarda Çin’de de koyun, keçi ve domuz bağımsız olarak evcilleştirilmiştir ve ayrıca Çin (yaklaşık 6000 yıl önce) evcilleştirilmiş mandanın ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Orta Asya ve Arabistan (yaklaşık 4500 yıl önce) sırasıyla evcilleştirilmiş çift hörgüçlü deve ve Arap devesinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Amerika kıtası ya da daha doğrusu Güney Amerika’nın And Dağları bölgesi toplulukları ise (yaklaşık 7000 yıl önce) ginepigin, (yaklaşık 5500 yıl önce) lamanın ve alpakanın ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Son olarak, özellikle önemli sonuçları olan bir “icat”, yaklaşık 6000 yıl önce bugünkü Rusya ve Ukrayna bölgesinde meydana gelen atın evcilleştirilmesiydi. Bu başarı kara taşımacılığında gerçek bir devrim başlattı. O zamana kadar insanoğlu karada bir yerden bir yere gitmek için yürümek zorundaydı ve mesafeleri kat etmenin en hızlı yolu tekneydi. Bu durum evcilleştirilmiş atın icadıyla dramatik bir şekilde değişti ve o zamandan 19. yüzyılda lokomotif ve otomobilin icadına kadar en hızlı kara ulaşım aracı at oldu. Böylelikle, yaklaşık 16000 yıl önce köpeğin “icadından” pek de farklı olmayan bir şekilde, atın “icadı” müthiş bir hızla yayılacaktı. Ancak, yaklaşık 10000 yıl sonra gelen bu son icat artık eskisi kadar geniş bir alana yayılamıyordu. Köpek neredeyse dünyanın her köşesine ulaşmışken, bu dönemde meydana gelen iklim değişiklikleri -küresel ısınma- aynı başarının at için tekrarlanmasını imkânsız kılmıştı. Bu arada Avrasya kara kütlesi Amerika’dan ve Endonezya, Yeni Gine ve Avustralya’dan aşılamayacak kadar geniş su kütleleriyle ayrılmıştı. Bu nedenle, örneğin atın Amerika kıtasıyla tanışması ancak binlerce yıl sonra, Avrupalıların Amerika’yı yeniden keşfetmesinden sonra gerçekleşmişti. (Yabani atlar görünüşe göre Amerika kıtasında da vardı, ancak dünyanın geri kalanından bağımsız bir evcilleştirmeyi imkânsız kılacak şekilde avlanarak yok edilmişlerdi).
Ne var ki, toprağın tarım ve hayvancılığın temelini oluşturacak şekilde mülk edinilmesi, artan nüfus baskısının yarattığı sorunun çözümünün yalnızca yarısıydı. Toprağın mülk olarak sahiplenilmesi sayesinde toprak daha etkin bir şekilde kullanılmış ve daha büyük bir nüfusun varlığını sürdürmesi mümkün olmuştur. Ancak toprak mülkiyetinin tesis edilmesi kendi başına sorunun diğer tarafını, yani yeni ve daha fazla yavrunun sürekli çoğalması sorununu ortadan kaldırmamıştır. Dolayısıyla sorunun bu yönü de bir çözüm gerektiriyordu. Bu çoğalmayı kontrol altına alacak bir sosyal kurum icat edilmeliydi. Bu görevi yerine getirmek için tasarlanan kurum, tesadüfi olmayan bir şekilde toprak mülkiyetiyle el ele gelişen aile kurumudur. Gerçekten de Malthus’un işaret ettiği gibi, aşırı nüfus sorununu çözmek için, özel mülkiyet kurumuyla birlikte “cinsiyetler arasındaki karşılıklı etkileşimin” de bazı temel değişikliklere uğraması gerekiyordu.⁴⁸
Eskiden cinsiyetler arasındaki karşılıklı etkileşim nasıldı ve ailenin bu konuda getirdiği kurumsal yenilik neydi? İlk soruya kesin bir yanıt vermek oldukça zordur, ancak temel yapısal değişikliği tanımlamak mümkündür. İktisat teorisi açısından bu değişim, ek bir potansiyel üretici yaratarak yavru yaratmanın faydalarının ve özellikle de ek bir tüketici (yiyen) yaratarak yavru yaratmanın maliyetlerinin toplumsallaştırıldığı, yani, bu yavruların “üreticilerinden” ziyade toplumun geneli tarafından hasat edilen ve ödenen bir durumdan, üreme ile ilgili hem faydaların hem de maliyetlerin içselleştirildiği ve ekonomik olarak bunları üretmekten nedensel olarak sorumlu olan bireylere geri atfedildiği bir durum olarak tanımlanabilir.
Detaylar ne olursa olsun, günümüzde aile terimiyle özdeşleştirilen kadın ve erkek arasındaki istikrarlı tek eşli ve ayrıca çok eşli ilişki kurumunun insanlık tarihinde oldukça yeni olduğu ve bu kurumdan önce uzun bir süre “sınırsız” ya da “kuralsız” cinsel ilişki ya da “grup evliliği” olarak tanımlanabilecek bir kurumun var olduğu görülmektedir.⁴⁹ İnsanlık tarihinin bu aşamasında cinsiyetler arasındaki karşılıklı etkileşim, bir erkek ve bir kadın arasındaki geçici çift ilişkilerinin varlığını dışlamamıştır. Ancak prensip olarak her kadın her erkeğin potansiyel cinsel partneri olarak görülmüş ve bunun tersi de geçerli olmuştur. Friedrich Engels, Lewis H. Morgan’ın Ancient Society (Eski Toplum, 1871) adlı araştırmasının izinden giderek, “Erkeklerin çok eşlilik, kadınların ise eşzamanlı olarak poliandri (çok kocalılık) içinde yaşadıklarını ve çocuklarının hepsine ait sayıldığını ve her kadının her erkeğe, her erkeğin de her kadına ait olduğunu”⁵⁰ kaydetmiştir.
Friedrich Engels’in ve daha sonraki sayısız sosyalistin “özgür aşk”ın geçmişteki -ve güya yeniden gelecekteki- tesis edilişini yüceltirken fark edemedikleri şey, bu kurumun yavru üretimi üzerinde doğrudan ve açık bir etkisi olduğu gerçeğidir. Ludwig von Mises’in yorumladığı gibi, “Sosyalist bir toplum ‘özgür aşk’ getirse bile, hiçbir şekilde özgür doğum getiremeyeceği kesindir.”⁵¹ Mises’in bu sözüyle ima ettiği ve Friedrich Engels ile August Bebel gibi sosyalistlerin görmezden geldiği şey, kesinlikle etkili doğum kontrol araçlarının bulunmasından önceki çağda, özgür aşkın sonuçları, yani hamilelikler ve doğumlar olduğu ve doğumların maliyetler kadar faydalar da içerdiğidir. Faydalar maliyetleri aştığı sürece, yani toplumun ilave bir üyesi, mal üreticisi olarak topluma, tüketici olarak toplumdan aldığından daha fazlasını kattığı sürece bu durum önemli değildir ve bu durum bir süre için geçerli olabilir. Ancak getiri yasasına göre bu durum sonsuza kadar, sınırsız bir şekilde devam edemez. Kaçınılmaz olarak, ek yavruların maliyetinin faydalarını aşacağı bir noktaya gelinecektir. O zaman, ortalama yaşam standartlarının giderek düşmesi istenmiyorsa, daha fazla üreme durdurulmalı -ahlâkî kısıtlama uygulanmalıdır. Ancak, herkes herkesle cinsel ilişkiye girdiği için çocuklar herkesin ya da hiç kimsenin çocuğu olarak kabul edilirse, üremeden kaçınma güdüsü ortadan kalkar ya da en azından önemli ölçüde azalır. İçgüdüsel olarak, yani insanın biyolojik doğası gereği, her kadın ve her erkek genlerini türün bir sonraki nesline aktarma ve çoğaltma güdüsüne sahiptir. Kişi ne kadar çok çocuk yaparsa o kadar iyidir, çünkü o kadar çok gen hayatta kalacaktır. Şüphesiz, bu doğal insan içgüdüsü rasyonel düşünce ile kontrol edilebilir. Ancak, tüm çocukların bakımı toplumun geneli tarafından sağlandığı için, kişinin hayvani içgüdülerini takip etmek uğruna hiçbir ekonomik fedakârlık yapılmaması ya da çok az yapılması gerekiyorsa, o zaman cinsel konularda aklı kullanmak, yani herhangi bir ahlâkî kısıtlama uygulamak için hiçbir teşvik kalmaz ya da çok az teşvik olacaktır.
O hâlde, tamamen iktisadî bir bakış açısıyla, aşırı nüfus sorununun çözümü çabucak kendini belli edecektir. Çocukların mülkiyeti ya da daha doğru bir ifadeyle çocuklar üzerindeki vasilik özelleştirilmelidir. Çocukları kolektif olarak “topluma” ait ya da emanet edilmiş olarak görmek ya da doğumları kontrolsüz ve denetlenemez bir doğal olay olarak değerlendirmek ve dolayısıyla çocukları hiç kimseye ait ya da (yalnızca olumlu ya da olumsuz addedilen “çevresel değişiklikler” olarak) emanet edilmiş saymak yerine, çocuklar özel olarak üretilen ve özel bakıma emanet edilen varlıklar olarak görülmelidir. Thomas Malthus’un ilk kez sezgisel olarak belirttiği gibi, aile kurumuyla başarılan şey esasen şudur:
(Nüfus üzerindeki) en doğal ve açık kontrol, her erkeğin kendi çocuklarına bakmasının sağlanması gibi görünüyordu; bu, nüfus artışında kısmen bir ölçü ve rehber olarak işlev görecekti, çünkü hiçbir erkeğin dünyaya bakımını üstlenemeyeceği varlıklar getirmemesi beklenebilirdi; buna rağmen durumun böyle olduğu yerlerde, başkalarına örnek olmak için, böyle bir davranışın yol açtığı utanç ve rahatsızlığın, kendisini ve masum çocukları düşüncesizce sefalete ve yokluğa sürükleyen bireyin üzerine düşmesi gerekli görünüyordu. ... Evlilik kurumu ya da en azından her erkeğin kendi çocuklarına bakması için açık ya da zımni bir zorunluluk, tahmin ettiğimiz zorluklar altındaki bir toplumda bu düşüncelerin doğal sonucu gibi görünmektedir.⁵²
Dahası ve son olarak; tek eşli ya da çok eşli ailelerin oluşumuyla birlikte belirleyici bir yeniliğe daha şahit olunmuştur. Daha önceleri, bir kabilenin üyeleri tek ve birleşik bir hane oluşturuyordu ve kabile içi iş bölümü esasen hane içi bir iş bölümüydü. Ailelerin oluşumuyla birlikte, birleşik bir hanenin birkaç bağımsız haneye bölünmesi ve bununla birlikte “birkaç” -ya da özel- toprak mülkiyetinin oluşumu da gerçekleşti. Yani, toprağın sahiplenilmesi meselesi, daha önce sahipsiz olan bir şeyin artık sahipli hâle geldiği bir durumdan basitçe bir geçiş değildi, bilakis daha önce sahipsiz olan bir şey, ayrı hanelerin sahip olduğu bir şeye dönüştü (böylece haneler arası iş bölümünün ortaya çıkmasına da olanak sağladı).
Sonuç olarak, toprak mülkiyetinin mümkün kıldığı daha yüksek toplumsal gelir artık eskiden olduğu gibi toplumun her üyesine “ihtiyacına göre” dağıtılmıyordu. Aksine, her bir hanenin toplam toplumsal gelirdeki payı, ekonomik olarak kendisine mal edilen ürüne, yani emeğine ve üretime yatırdığı mülke bağlı hâle geldi. Başka bir deyişle, eskiden yaygın olan “komünizm” her hane içinde devam etmiş olabilir, ancak komünizm farklı hanelerin üyeleri arasındaki ilişkide ortadan kalkmıştır. Farklı hanelerin gelirleri, yatırılan emeğin ve mülkiyetin miktarına ve niteliğine bağlı olarak farklılık gösteriyordu ve hiç kimse kendi hanesi dışındaki bir hanenin üyeleri tarafından üretilen gelir üzerinde hak iddia edemiyordu. Böylece, başkalarının emeği üzerinden “beleşçilik” tamamen olmasa da büyük ölçüde imkânsız hâle geldi. Bundan böyle çalışmayan kişi yemek yemeye devam etmeyi bekleyemezdi.⁵³
Böylece, artan nüfus baskısına yanıt olarak, insanlık tarihinin çoğunda karakteristik olan avcı-toplayıcı yaşam tarzının yerini alan yeni bir toplumsal örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştı. Ludwig von Mises’in konuyu özetlediği gibi:
Üretim araçlarındaki özel mülkiyet, toplum içinde, toplumun elindeki sınırlı geçim araçları ile tüketicilerin daha az sınırlı olan artış kabiliyetini dengeleyen düzenleyici ilkedir. Toplumsal üründen toplumun her bir üyesine düşecek payın, ekonomik olarak kendisine, yani emeğine ve mülkiyetine dayandırılan ürüne bağlı hâle getirilmesiyle, sebze ve hayvanlar âleminde olduğu gibi, varoluş mücadelesi yoluyla ihtiyaç fazlası insanların ortadan kaldırılmasının yerini, toplumsal güçlerin bir sonucu olarak doğum oranındaki azalma alır. “Ahlâkî kısıtlama”, yani toplumsal konumların dayattığı soy sınırlamaları da varoluş mücadelesinin yerini alır.⁵⁴
Önce bazı kalıcı depolama ve barınma yerleri kurup, adım adım çevredeki toprakları tarımsal üretimin ve hayvan yetiştiriciliğinin temeli olarak sahiplendikten ve eski depolama ve barınma merkezlerini ayrı aile hanelerinin yaşadığı evlerden ve köylerden oluşan geniş yerleşimlere dönüştürdükten sonra, Yakın ve Orta Doğu’daki insanların yeni yaşam tarzı ve ilk insan yerleşiminin olduğu diğer bölgeler yavaş ama kaçınılmaz bir şekilde dışa doğru yayılmaya başladı.⁵⁵ Prensipte bu yayılmanın iki şekilde gerçekleşmiş olabileceği düşünülebilir. Ya ilk yerleşimciler, ekilecek yeni toprak arayışındaki komşu göçebe kabileleri yavaş yavaş yerlerinden etmiş (demografik yayılma) ya da bu kabileler kendi inisiyatifleriyle yeni yaşam tarzını taklit edip benimsemişlerdir (kültürel yayılma). Yakın zamana kadar genellikle ilk yayılma biçiminin baskın olduğuna inanılıyordu.⁵⁶ Ancak yeni keşfedilen genetik kanıtlara dayanarak, en azından yeni, yerleşik yaşam tarzının Yakın Doğu’dan Avrupa’ya yayılması söz konusu olduğunda, bu görüş artık sorgulanabilir görünmektedir. Eğer günümüz Avrupalıları Neolitik Devrim sırasında Yakın Doğulu insanların torunları olsalardı, buna dair genetik izlerin bulunması gerekirdi. Ancak aslında günümüz Avrupalıları arasında bu tür izlere çok az rastlanmaktadır. Dolayısıyla, yeni yerleşik yaşam tarzının yayılmasının, tamamen münhasıran olmasa da büyük ölçüde ikinci bahsedilen yolla gerçekleşmiş olması ve bu süreçte ilk Yakın Doğulu yerleşimcilerin oynadığı rolün sadece küçük bir rol olması daha muhtemel görünmektedir. Belki de bu tür birkaç yerleşimci kuzeye ve batıya doğru ilerlemiş, daha sonra yeni ve başarılı yaşam tarzlarını benimseyen komşu halklar tarafından absorbe edilmiş, bunun sonucunda da kendi genetik izleri Yakın Doğu’daki çıkış noktalarından uzaklaştıkça daha da seyrelmiştir.
Her hâlükârda, Neolitik Devrim’le birlikte, eskiden evrensel olan avcı-toplayıcı yaşam tarzı esasen ortadan kalkmış ya da insan yerleşiminin dış sınırlarına itilmiştir. Şüphesiz, yeni gelişmekte olan tarım toplulukları göçebe akıncılar için cazip hedeflerdi ve daha hareketli olmaları nedeniyle komşu göçebe kabileler uzun bir süre tarımsal yerleşimciler için ciddi bir tehdit oluşturdu. Ancak nihayetinde göçebeler, sayıları daha da artan yerleşimcilerle boy ölçüşemezdi. Daha spesifik olarak, askerî üstünlüğü sağlayan şey, daha fazla sayıda insanın hane toplulukları hâlinde örgütlenmesi, yani ayrı hanelerin birbirlerine yakın fiziksel çevrede konumlanmasıydı. Topluluk yaşamı, kabile içi mübadele ilişkileri söz konusu olduğunda sadece işlem maliyetlerini düşürmekle kalmıyordu. Topluluk yaşamı, dış saldırı durumunda kolay ve hızlı bir şekilde koordine edilen ortak savunma avantajı da sunuyordu. Dahası, daha fazla sayıda olmanın verdiği gücün yanı sıra, yerleşik tarımsal topluluklar güçlendirilmiş ve genişletilmiş bir iş bölümüne ve daha fazla tasarrufa olanak sağlamış ve böylece göçebe çetelerin sahip olabileceğinden daha üstün bir silah donanımının geliştirilmesini kolaylaştırmıştır.⁵⁷
50000 yıl önce insan nüfusunun 5000 ya da muhtemelen 50000 kişi kadar düşük olduğu tahmin edilmektedir. Neolitik Devrim’in başlangıcında, yani yaklaşık 11000 yıl önce, Doğu Afrika’da bir yerlerdeki asıl yurtlarından çıkıp binlerce yıl boyunca dünyaya yayılan avcı ve toplayıcı kabileler tarafından esasen tüm yerküre fethedildiğinde, dünya nüfusunun yaklaşık dört milyona ulaştığı tahmin edilmektedir.⁵⁸ O zamandan beri, yavaş ama istikrarlı bir şekilde, yeni üretim tarzı, yani toprağın özel (veya kolektif) mülkiyetine dayanan ve ayrı aile haneleri etrafında örgütlenen tarım ve hayvancılık, orijinal avcı-toplayıcı düzenin yerini almıştır. Sonuç olarak, Hıristiyanlık döneminin başlangıcında dünya nüfusu 170 milyona yükselmiş ve (bir sonraki bölümün konusu olacak) Sanayi Devrimi adıyla anılan dönemin başlangıcını ve tarım çağının ya da “eski biyolojik düzen” olarak da adlandırılan dönemin kapanışını işaret eden 1800 yılında 720 milyona ulaşmıştır. (Bugün ise dünya nüfusu 7 milyarı aşmıştır!) Bu tarım çağı boyunca, şehirlerin büyüklüğü zaman zaman bir milyon nüfusa ulaşmış hatta aşmıştır, ancak tarım çağının sonuna kadar nüfusun %2’sinden azı büyük şehirlerde yaşamış ve iktisadî olarak en gelişmiş ülkelerde bile nüfusun %80-90’ı tarımsal üretimle meşgul olmuştur. Günümüzde ise bu oran %5’in altına düşmüş bulunmaktadır.
Dipnotlar:
1. Bkz. Nicholas Wade, Before the Dawn (New York: Penguin Press, 2006).
2. Dilin “alt” ve “üst” işlevleri üzerine bkz: Karl Buehler, Sprachtheorie: Die Darstellungsfunktion der Sprache (Stuttgart: UTB, 1982; ilk basımı 1934); ve özellikle Karl R. Popper, Conjectures and Refutations (Londra: Routledge, 1963), s. 134f. ve yine Karl R. Popper, Objective Knowledge (Oxford: Oxford University Press, 1972), bölüm 3, ss. 119-122 ve bölüm 6, kısım 14-17.
3. Luigi Luca Cavalli-Sforza, Genes, Peoples, and Languages (Berkeley: University of California Press, 2000), s. 93’te dilin kökenini yaklaşık 100000 yıl öncesine dayandırmaktadır, ancak yukarıda bahsedilen arkeolojik kanıtlar göz önüne alındığında, daha geç, daha yakın bir tarih olan 50000 yıl öncesi daha olası görünmektedir.
4. A.g.e., s. 92.
5. Wade, Before the Dawn, s. 8, 58; Cavalli-Sforza’nın nüfus tahmini ise çok daha yüksektir: 50000 (Genes, Populations, and Language, s. 50).
6. Cavalli-Sforza, Genes, Peoples, and Languages, s. 30.
7. Ancak avcı-toplayıcı toplumların eşitlikçiliği aşırı vurgulanmamalı ya da idealize edilmemelidir. Bu toplumlar aynı zamanda belirgin hiyerarşik özelliklerle de karakterize edilmiştir. Hayvanlar âleminden bilinenlerin aksine, erkekler kadınların üstünde yer alıyor ve onlara hükmediyordu. Kadınlar genellikle erkekler tarafından “dış” dünyanın mallarının alınıp muamele gördüğü gibi “alınır” ve muamele görür; el konulur, sahiplenilir, çalınır, kullanılır, istismar edilir ve ticareti yapılırdı. Çocuklar yetişkinlerin altında yer alıyordu. Dahası, toplumun hem erkek hem de kadın üyeleri arasında, hüküm süren alfa-erkek ve kadından toplumun en alt üyesine kadar hiyerarşiler vardı. Statü kavgaları yaşanır ve kurulu düzeni kabul etmeyenler ağır cezalara çarptırılırdı. Daha yüksek statü için yapılan kavgalarda kaybedenler yaralanma, hatta ölüm ve en iyi ihtimalle kabileden atılmakla tehdit edilirdi. Kısacası, kabile yaşamı bol yiyecek ve boş zaman açısından rahat bir yaşam standardı sağlasa bile, bugün çok değer verilen “bireysel özerklik” açısından hiç de rahat değildi. Aksine, kabile evindeki yaşam disiplin, düzen ve itaat anlamına geliyordu.
8. Richard Lee ve Irven DeVore, editörlüğünde, Man the Hunter (Chicago: Aldine, 1968); Marvin Harris, Cannibals and Kings: The Origins of Cultures (New York: Vintage Books, 1977), özellikle bölüm 2.
9. Harris, Cannibals and Kings, s. 19f.
10. Ancak bu ifade yalnızca barış dönemlerindeki avcı-toplayıcı yaşama atıfta bulunmaktadır. Savaşların ve doğal olmayan ölüm nedenlerinin yüksek oranda görülmesi hakkında bkz. Hobbes, Leviathan, s. 27ff.
11. Örnek olarak Harris, Cannibals and Kings, s. 18: “Geç taş devrinde tüm Fransa’da muhtemelen 20000’den fazla olmamakla birlikte 1600 kadar az sayıda insan vardı.”
12. Bkz. Wade, Before the Dawn, bölüm 8 ve ss. 150-154; ayrıca Lawrence H. Keeley, War Before Civilization (New York: Oxford University Press, 1996).
13. Napoleon Chagnon, “Life Histories, Blood Revenge, and Warfare in a Tribal Population,” Science 239 (1988), ss. 985-992.
14. Keeley, War Before Civilization, s. 33; Wade, Before the Dawn, s. 151f.
15. Ayrıca bakınız Steven LeBlanc, Constant Battles (New York: St. Martin’s Press, 2003).
16. Bkz: Wade, Before the Dawn, ss. 154-158. İlkel ve modern insanların vahşiliğini karşılaştıran Wade, Keeley’i takip ederek şunları belirtmektedir (Before the Dawn, s. 152): “İlkel savaşçılar uygar toplumların askerleriyle açık bir savaşta karşılaştıklarında, aralarındaki büyük silah farkına rağmen onları düzenli olarak yenmişlerdir. Kızılderili savaşlarında ABD Ordusu, 1834’te Seminoles ve Little Bighorn savaşında olduğu gibi, açık alanda yakalandığında ‘genellikle ağır yenilgilere uğramıştır’. 1879’da Güney Afrika’da topçu ve mitralyöz silahlarıyla donatılmış İngiliz ordusu Isandlwana, Myer’s Drift ve Hlobane savaşlarında çoğunlukla mızrak ve öküz derisinden kalkanlarla donanmış Zulular tarafından etkileyici bir şekilde hezimete uğratılmıştır. Fransızlar 1890’larda Sahra’daki Tuaregler tarafından püskürtülmüştür. Devlet orduları sonunda üstün savaş becerileriyle değil, yalnızca daha büyük insan gücü ve yıpratma harekâtlarıyla galip gelmiştir.”
17. Ludwig von Mises, Human Action: A Treatise on Economics (Chicago: Regnery, 1966), s. 144.
18. Dolaylı olarak, avcı-toplayıcı toplumlar çerçevesinde farklı kabilelerin üyeleri arasındaki uzlaşmaz husumete dair bu kavrayış, insanlar arasında barışçıl işbirliğinin gerekliliklerine dair ilk ipucunu da sağlamaktadır. Farklı kabilelerin üyelerinin birbirlerini düşman olarak değil de potansiyel işbirlikçiler olarak görebilmeleri için (doğanın verdiği tüketim mallarını yalnızca sahiplenmenin dışında ve ötesinde) özgün tüketim malları üretiminin olması gerekir. En azından, asgari bir gereklilik olarak, ihtiyaç fazlası malların depolanması (gelecekteki tüketim için tasarrufu) anlamında tüketim malları üretimi olmalıdır. Çünkü ancak insan bu şekilde doğaya, aksi takdirde kendi kasıtlı çabası olmadan hiç var olmayacak bir şey eklerse, bir insanın kendi iyiliği için (kendi bencil güdüleri ve kendi çıkarı için) başka bir insanın hayatını bağışlamasına yönelik bir gerekçe oluşabilir. Elbette, savaşı doğuranın uygarlık olduğu tezini savunanların işaret etmekten hoşlandıkları gibi, bir insanın doğanın sunduğu malların arzına bir şeyler katmış olması, başka bir insanın saldırganlığa girişmesi, yani onun ürününü elinden alması için de bir neden oluşturabilir. Ancak böyle bir adamı öldürmek için, hiçbir şey eklemeyen ama sadece verilmiş olanı alıp tüketen (ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak bir başkası için mevcut olanı azaltan) bir adamı öldürmeye kıyasla kesinlikle daha az neden vardır. Dahası, bir adam mevcut malların toplam arzına bir şey kattığı ölçüde, başka bir adamın onun faaliyetine müdahale etmeyip devam etmesine izin vermesi ve onunla karşılıklı yarar sağlayan ticarî ilişkilere girerek ondan ve faaliyetinden faydalanması ve bunun sonucunda da nihayetinde türdeşine karşı sempatik duygular geliştirmesi için de bir neden vardır. Dolayısıyla, uygarlık insanın saldırgan dürtülerini yok etmese de azaltabilir ve azaltmıştır da.
19. Aslında, buzullar arası dönem olarak da adlandırılan son büyük ısınma dönemi yaklaşık 120000 yıl önce sona ermişti. Bu dönemde, yani 120000 yıldan daha uzun bir süre önce, Rhine ve Thames nehirlerinde hipopotamlar yaşıyordu ve Kuzey Avrupa bir nevi “Afrika görünümüne” sahipti. O zamandan itibaren buzullar sürekli olarak güneye doğru ilerledi ve deniz seviyesi sonunda 100 metreden fazla düştü. Thames ve Elbe nehirleri, önce Kuzey Denizi’ne ve oradan da Atlantik’e dökülmeden önce Rhine Nehri’nin kolları hâline geldi. Bkz: Josef H. Reichholf, Eine kurze Naturgeschichte des letzten Jahrtausends (Frankfurt/M.: Fischer, 2007), s. 15f. Bu dönem yaklaşık 12000 yıl önce aniden sona erdiğinde, buzullar hızla geri çekildi ve deniz seviyesi yılda milimetrelerle değil, neredeyse taşkın benzeri bir şekilde çok süratlice yükseldi. Çok kısa bir süre içinde, daha önce Avrupa kıtasına bağlı olan İngiltere ve İrlanda adalara dönüştü. Baltık Denizi ve bugünkü Kuzey Denizi’nin büyük bir kısmı bu şekilde ortaya çıktı. Aynı şekilde, bugünkü Basra Körfezi’nin büyük kısmı da bu dönemden kalmadır. A.g.e., s. 49f.
20. Daha fazla ayrıntı için bkz. Wade, Before the Dawn, bölüm 5; ayrıca Jared Diamond, Guns, Germs, and Steel: The Fates of Human Societies (New York: Norton, 1997), bölüm 1.
21. Bakınız Cavalli-Sforza, Genes, Populations, and Languages, s. 94.
22. A.g.e., ss. 20-25.
23. Bkz: Wade, Before the Dawn, ss. 96-99.
24. Merritt Ruhlen, The Origin of Language: Tracing the Evolution of the Mother Tongue (New York: Wiley, 1994).
25. Bakınız Cavalli-Sforza, Genes, Peoples, and Languages, bölüm 5, özellikle s. 144’te genetik ve dilsel aileler ile soy ağaçları arasındaki korelasyonu gösteren bir tablo yer almaktadır. Ayrıca bakınız Luigi Luca Cavalli-Sforza ve Francesco Cavalli-Sforza, The Great Human Diasporas: The History of Diversity and Evolution (Cambridge: Perseus Books, 1995), bölüm 7; Wade, Before the Dawn, bölüm 10, s. 102ff.
26. Bununla birlikte, mevcut Holosen Dönemi boyunca sıcaklıklar önemli değişiklikler göstermeye devam etmiştir. Yaklaşık 10000 yıl önce, binlerce yıllık bir ısınma döneminden sonra, sıcaklıklar bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Daha sonra birkaç kez, yani 8000 ila 6800 yıl önce, 6000 ila 5500 yıl önce, 5000 ila 4000 yıl önce, 2500 ila 2000 yıl önce ve yine ortaçağ ısınma dönemi olarak adlandırılan 10. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar sıcaklıklar bu seviyenin önemli ölçüde (2 santigrat derece kadar) üzerine çıkmıştır. Bunun yanı sıra, günümüzden önemli ölçüde daha düşük sıcaklıklara sahip birkaç dönem de var olmuştur. Bunlar 9000 ila 8000 yıl önce, 6800 ila 6000 yıl önce, 4000 ila 2500 yıl önce, 2. yüzyıldan 8. yüzyıla kadar ve yine 14. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar Küçük Buzul Çağı olarak adlandırılan dönemlerdir. Bakınız Reichholf, Eine kurze Naturgeschichte des letzten Jahrtausends, s. 27.
27. A.g.e., s. 23f.
28. Ludwig von Mises, Human Action, s. 167.
29. A.g.e.
30. Ampirik olarak, “sihirli sayının”, yani avcı-toplayıcı bir toplum için optimum nüfus büyüklüğünün, yaklaşık 50 ila 100 milkarelik bir alan için 50 ila 100 kişi arasında bir yerde olduğu görülmektedir (yani milkare başına bir kişi). Bu kombinasyon noktasına gelindiğinde, iş bölümünün sunduğu tüm avantajlar tükenmiş oluyordu. Nüfus büyüklüğü bu “sihirli sayının” ötesine geçerse, ortalama yaşam standartları giderek daha fazla tehlikeye girer ve komşu kabileler, kendi iç nüfus artışları nedeniyle, toprak istilalarını artırır ve böylece ilk kabilenin üyeleri için mevcut olan doğanın verdiği mal arzını veya kaynakları daha da azaltırsa, bu tehdit daha da büyür. Hem iç hem de dış nüfus baskısı, giderek daha acil hâle gelen bir soruna, yani hayatta kalmaya bir çözüm bulunmasını gerektiriyordu.
31. Bkz: Mises, Human Action, ss. 127-131; Mises, Socialism: An Economic and Sociological Analysis (Indianapolis: Liberty Classics, 1981), ss. 174-175; ayrıca Hans-Hermann Hoppe, Kritik dersozialwissenschaftlichen Sozialforschung, Untersuchungen zur Grundlegung von Soziologie und Oekonomie (Opladen: Westdeutscher Verlag, 1985), ss. 59-64.
32. Aslında, aşırı avlanma ve hayvan neslinin tükenmesi, özellikle ok ve yayın icadından sonra işgal edilen Amerika kıtasında kader belirleyici bir rol oynamıştır. Amerika kıtası başlangıçta Avrasya kıtasıyla hemen hemen aynı faunaya sahipken -sonuçta binlerce yıl boyunca hayvanlar Bering Boğazı’nda oluşan kara köprüsü üzerinden bir kıtadan diğerine geçebilmiştir- yaklaşık 500 yıl önce Avrupalılar Amerika’yı yeniden keşfettiğinde, evcilleştirilebilir tüm büyük memeliler (Güney Amerika’daki lama hariç) avlanarak yok edilmiştir. Aynı şekilde, bir zamanlar Avustralya’da yaşayan mega-faunanın tamamının (kırmızı kanguru hariç) avlanarak yok edildiği anlaşılmaktadır. Bu olayın yaklaşık 40000 yıl önce, insanın Avustralya’ya ilk gelişinden sadece birkaç bin yıl sonra ve hatta ok ve yay yardımı olmadan, sadece çok ilkel silahlarla ve hayvanları yakalamak için kullanılan yangınların yardımıyla gerçekleştiği görülmektedir. Bu konuda bakınız Jared Diamond, Guns, Germs, and Steel, s. 42ff.
33. “Neolitik Devrim”in getirdiği değişiklikler sürdürülebilir nüfus büyüklüğünün önemli ölçüde artmasını sağlamış olsa da, Malthusçu sorunun eninde sonunda yeniden ortaya çıkması kaçınılmazdı ve sorunun nihai çözümüne ancak 17. yüzyılın sonunda Avrupa’da başlayan ve “Sanayi Devrimi” olarak adlandırılan süreçle ulaşıldı. Bu konuda “Malthus Tuzağı’ndan Sanayi Devrimi’ne: Toplumsal Evrim Üzerine Değerlendirmeler” başlıklı bir sonraki bölüme bakınız.
34. Ayrıca bakınız Michael H. Hart, Understanding Human History (Augusta, Ga.: Washington Summit Publishers, 2007), s. 139ff.
35. Bu ayrım hakkında bakınız Murray N. Rothbard, Man, Economy, and State (Los Angeles: Nash, 1970), bölüm 1.
36. Carl Menger, Principles of Economics (Grove City, Pa.: Libertarian Press, [1871] 1994), s. 52.
37. Mises, Human Action, s. 92.
38. Ayrıca bkz. Hans-Hermann Hoppe, Eigentum, Anarchie und Staat: Studien zur Theorie des Kapitalismus (Leipzig: Manuscriptum, [1987] 2005), bölüm 4, özellikle s. 106ff.
39. Hart, Understanding Human History, s. 162.
40. Toprağın sahiplenilmesi ve buna bağlı olarak avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarımcı-bahçıvan ve hayvancılığa geçişle birlikte, aynı miktarda toprakta eskisinden 10 ila 100 kat daha büyük bir nüfusun yaşatılabileceği tahmin edilmektedir.
41. Diamond, Guns, Germs, and Steel, ss. 100, 167.
42. Wade, Before the Dawn, ss. 109-113.
43. Bu arada, genetik analizler, Amerika kıtasındakiler de dâhil olmak üzere günümüzdeki tüm köpeklerin büyük olasılıkla Doğu Asya’da bir yerde bulunan tek bir soydan geldiğini ortaya koymuştur. Yani, köpeğin evcilleştirilmesinin çeşitli yerlerde birbirinden bağımsız olarak değil, tek bir yerde gerçekleştiği ve buradan tüm dünyayı kapsayacak şekilde yayıldığı anlaşılmaktadır.
44. Helmut Schoeck, Envy: A Theory of Social Behavior (New York: Harcourt, Brace & World, 1970).
45. Bkz: Konrad Lorenz, Man Meets Dog (New York: Routledge, 2002; orijinal Almanca baskı 1954).
46. Son derece sofistike elektronik alarm sistemlerinin mevcut olduğu günümüzde bile, hırsızlığa karşı en etkili korumayı havlayan köpeklerin sağlıyor olması dikkat çekicidir.
47. Bakınız Diamond, Guns, Germs, and Steel, bölüm 9, özellikle s.s 168-175.
48. Malthus, Essay on the Principle of Population, bölüm 10.
49. Bu konuda bakınız Friedrich Engels, Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staates, içinde: Marx/Engels, Werke, Band 21 (Berling: Dietz Verlag, [1884] 1972).
50. A.g.e., s. 38f. “Männer (lebten) in Vielweiberei und ihre Weiber gleichzeitig in Vielmännerei, und die gemeinsamen Kinder (galten) daher auch als ihnen allen gemeinsam (gehörig). ... jede Frau (gehörte) jedem Mann und jeder Mann jeder Frau gleichmässig.” Bu arada, Friedrich Engels gibi sosyalist yazarlar bu kurumu sadece tanımlamakla kalmamış, aynı zamanda yüceltmişlerdir, tıpkı daha önce bahsedilen “ilkel komünizm” kurumunu yücelttikleri gibi. Gerçekten de sosyalistler tipik olarak özel mülkiyet ve aile kurumunun birlikte ortaya çıkışını oldukça doğru bir şekilde kabul etmişler ve her iki kurumun da -toprak dâhil üretim araçlarındaki özel mülkiyet ve (tek eşli) aile yapısı- eninde sonunda bol zenginlik ve özgür aşkla karakterize edilen gelecekteki sosyalist bir toplumun kurulmasıyla yeniden ortadan kalkacağını düşünmüşlerdir (ve ummuşlardır). Böylece, sefalet, sömürü ve erkek cinsel egemenliği ile karakterize edilen zorlu ama gerekli bir tarihsel dolambaçlı yoldan sonra, insanlık en sonunda -daha yüksek bir düzeyde- kendi tarih öncesi “altın çağının” karakteristik kurumlarına geri dönecekti. Sosyalizm altında, tek eşli evlilik özel mülkiyetle birlikte ortadan kalkacaktı. Aşkta seçim yeniden özgürleşecekti. Erkekler ve kadınlar istedikleri gibi birleşip ayrılacaklardı. Ve tüm bunlarda, sosyalist August Bebel’in (1880’ler ve 1890’larda) son derece popüler olan kitabı Die Frau und der Sozialismus’ta yazdığı gibi, sosyalizm gerçekten yeni bir şey yaratmayacak, sadece “daha ilkel bir kültürel düzeyde ve özel mülkiyet topluma egemen olmadan önce evrensel olarak geçerli olan şeyleri daha yüksek bir kültür düzeyinde ve yeni toplumsal biçimler altında yeniden yaratacaktı.” Bebel, Die Frau und der Sozialismus, 1. baskı (Stuttgart, 1879), s. 343; 62. baskı East-Berlin, 1973; ayrıca bkz. Ludwig von Mises, Socialism, s. 87.
51. Ludwig von Mises, Socialism, s. 175.
52. Malthus, Essay on the Principle of Population, bölüm 10.
53. Aile kurumu her ne kadar rasyonel olarak motive edilmiş olsa da, “özgür aşk” rejiminden aile yaşamına geçiş bedelsiz olmamıştır ve buna bağlı fayda ve maliyetler erkekler ve kadınlar için farklı olmuştur. Şüphesiz, erkek açısından her kadının cinsel haz için erişilebilir olması avantajlıydı. Ayrıca bu, üreme başarısı şansını da büyük ölçüde artırıyordu. Mümkün olduğunca çok sayıda kadından çocuk sahibi olarak genlerinin gelecek nesillere aktarılma olasılığı artıyordu. Çocukları olgunluğa eriştirme sorumluluğu toplumun geneline yüklendiğinde bu, görünüşe göre kendisine hiçbir maliyet getirmeden başarılmış oluyordu. Buna karşılık, cinsel erişim sadece bir kadınla (tek eşlilik durumunda) ya da çok az sayıda kadınla (çok eşlilik durumunda) sınırlandırılırsa, cinsel tatmin ve üreme başarısı şansı azalırdı. Dahası, erkekler artık seks ve üremenin artılarını (faydalarını) ve eksilerini (maliyetlerini) tartmak ve karşılaştırmak zorundaydı - bu daha önce yapmak zorunda olmadıkları bir şeydi. Öte yandan, ilkel erkekler de, en azından eninde sonunda, özgür aşk rejimi altında bile cinsel tatmin ve üreme başarısı şanslarının hiçbir şekilde eşit olmadığını fark edemezlerdi. Bazı erkeklerin -daha güçlü ve daha çekici alfa erkeklerinin- şansı diğerlerinden çok daha yüksekti. Aslında, her hayvan yetiştiricisinin bildiği gibi, tek bir erkek tüm dişilerin sürekli olarak hamile kalması için yeterlidir. Dolayısıyla, özgür aşk, çok az sayıda erkeğin kadınların çoğuna, özellikle de çekici ve üreme açısından en cazip kadınların çoğuna “sahip olduğu” ve yavruların çoğunun babası olduğu, erkeklerin çoğunun ise diğer erkeklerin çocuklarını yetiştirmeye yardım etmek gibi garip bir yükümlülüğe sahip olduğu anlamına geliyordu. Şüphesiz, bu gerçeğin en ufak bir şekilde tanınması bile kabile içi dayanışmaya ve özellikle de örneğin rakip kabilelere karşı savunmada gerekli olan erkekler arası dayanışmaya sürekli bir tehdit oluşturmuş olmalıdır; ve bu tehdit nüfus optimum büyüklüğünü aştıkça daha da yoğunlaşmış olmalıdır. Buna karşılık, tek eşli aile kurumu ve biraz daha az ölçüde de olsa çok eşli aile kurumu her erkeğe üreme başarısı için bir ölçüde eşit şans sunmuş ve böylece her erkeğin işbirlikçi davranışa girmesi ve yatırım yapması için çok daha büyük bir teşvik yaratmıştır. Kadınların bakış açısından ise durum önemli ölçüde farklıdır. Sonuçta, cinsel ilişkiyle bağlantılı hamilelik riskini üstlenmesi gerekenler kadınlardır. Hamilelik sırasında ve doğum sonrasında özellikle savunmasız olanlar da onlardır. Dahası, çocuklarla benzersiz bir doğal bağa sahip olanlar kadınlardır; çünkü babalık konusunda her zaman bir şüphe olabilirken, annelik söz konusu olduğunda hiçbir şüphe mümkün değildir. Her kadın kendi çocuklarının kim olduğunu ve diğer kadınların çocuklarının kim olduğunu bilir. Bu doğal gerçekler ışığında, kadın bakış açısından özgür aşk rejiminin temel avantajı belirgin hâle gelir. Kadınlar için seks daha büyük bir risk ve yatırım anlamına geldiğinden, kadınlar eş seçme konusunda daha seçici olma eğilimindedirler. Dolayısıyla, kendi üreme başarılarının olasılığını arttırmak için, sağlıklı, dinç, çekici, zeki vb. görünen çiftleşme partnerleri, yani kısaca alfa erkeklere yönelik güçlü bir tercih sergilerler. Erkekler cinsel obje seçiminde daha az seçici olduklarından, özgür aşk sistemi altında en az çekici dişiler bile ara sıra en çekici erkeklerden bazılarıyla çiftleşebilmeyi ve dolayısıyla onların “üstün” genlerini kendi yavrularına aktarabilmeyi gayet mümkün bir şekilde bekleyebilirler. Açıkçası, aile kurumu özgür aşk rejiminin yerini alır almaz bu avantaj ortadan kalkmaktadır. Artık her kadın üreme şansını sadece bir ya da belki birkaç erkek geniyle denemek zorundadır ve vakaların büyük çoğunluğunda bu genler en iyiler arasında yer almaz. O hâlde kadınlar evlilikten ne elde etti? Görünüşe göre, nüfus optimum büyüklükte ya da dolaylarında olduğu ve avcı-toplayıcı kabilenin yaşamı rahatlık ve bollukla karakterize edildiği sürece çok az şey elde etmiş oldu. Ancak nüfus bu noktanın ötesine geçer geçmez bu durum değişmek zorunda kalmıştır. Nüfus optimum büyüklüğünü aştıkça, sınırlı gıda kaynakları için rekabet daha da yoğunlaştı. Daha önce var olan kadınlar arası dayanışma artık giderek zayıfladı. Doğal olarak, her kadın kendi üreme başarısını güvence altına almak ve kendi çocuklarının olgunluğa erişmesine yardımcı olmak konusuyla ilgileniyor ve bu nedenle diğer tüm kadınlar ve çocuklarıyla çatışma içine giriyordu. Kendi çocuklarının hayatta kalma ihtimalini arttırmak için başka bir kadının çocuğunu öldürmek bile bu durumda artan ihtimalli bir seçenek olarak görülüyordu. (Bu arada, üreme başarısı için aynı türden kadınlar arası rekabet, çok eşli ilişkiler çerçevesinde hâlâ bir dereceye kadar hüküm sürmekte ve bu tür ilişkilerin doğasında var olan tuhaf istikrarsızlık ve gerilimlerin bazılarını açıklamaktadır.) Bu durumda, her kadın (ve çocukları) giderek artan bir kişisel korunma ihtiyacı içindedir. Ancak böyle bir korumayı kim sağlamaya istekli olabilir? Çoğu çocuk aynı babaya -az sayıdaki alfa erkeği arasından eşit üreme şansına sahip olanlara- sahip olsa da farklı anneleri vardır. Dolayısıyla, bir kadını ve çocuklarını bir diğerinden korumanın çocukların babasından gelmesi beklenemez, çünkü baba çoğu zaman aynı babadır. Başka bir erkekten de beklenemez; çünkü bir erkek neden başka erkeklerle cinsel ilişkiye giren ve çocukları başka erkeklerden olan bir kadına kişisel destek ve koruma sunsun, özellikle de bu çocuk kendi yaşam standardını tehdit ediyorsa? Bir kadın ancak özgür aşkın tüm avantajlarından feragat eder ve bunun yerine cinsel lütuflarını yalnızca erkeğe sunmaya söz verirse ve böylece çocuklarının da her zaman kendisinden olacağına dair erkeğe güvence vermeyi başarırsa bir erkekten kişisel koruma sağlayabilirdi. Yalnızca aile kurumunun tesisi söz konusu olduğunda değil, aynı zamanda bu kurumun istikrarının korunmasında evlilik sadakatinin önemi konusunda da erkek ve kadın perspektifleri birbirinden farklıdır. Bu konuda erkek ve kadın hesaplamaları arasındaki farkın nedeni, en azından güvenilir genetik babalık testlerinin çok yakın zamandaki gelişimine kadar, bir çocuğun annesinin, çocuğun babası için mevcut olmayan ve ulaşılamayan bir şekilde -bir dereceye kadar kesinlik ile- her zaman biliniyor olması doğal gerçeğidir. Halk arasında söylendiği gibi: anne belli, baba belki. Bu gerçek, yine oldukça “doğal” olarak, uygun (ve uygunsuz) erkek ve kadın evlilik davranışlarına ilişkin önemli ölçüde farklı -asimetrik- beklentilere yol açmak zorundaydı. Elbette, bu kurumun istikrarını sağlamak için, artan nüfus baskısına yanıt olarak, insanlık tarihinin çoğunda karakteristik olan avcı-toplayıcı yaşam tarzının yerini alan yeni bir toplumsal örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştır. Ludwig von Mises’in konuyu özetlediği gibi, aile, evlilikteki her türlü sadakatsizliği toplumsal olarak kınamalıdır; ancak kadının sadakatsizliği durumunda bu kınama çok daha belirgin ve olası yaptırımlar da erkeğin sadakatsizliğine kıyasla çok daha ağır olmalıdır. Bu durum “adaletsiz” gibi görünse de, aslında oldukça rasyonel ve “doğanın işleyişine” uygundu, çünkü kadınların sadakatsizliği ihanete uğrayan kocalar için, erkeklerin sadakatsizliğinin ihanete uğrayan karılar için yarattığından çok daha büyük bir risk içeriyordu. Bir kadının sadakatsizliği kocasından boşanmasına yol açan ilk adım olabileceği gibi, bir kocanın sadakatsizliği de karısından boşanmasına yol açan ilk adım olabilir. Bu bağlamda, her iki örnekte de durum aynıdır (simetriktir) ve işlenen “günah” aynı derecede ağırdır. Ancak, evlilik içi sadakatsizlik boşanmaya yol açmıyorsa, bir kadının işlediği “günah” bir erkeğin işlediğinden çok daha ağır kabul edilmelidir. Çünkü evlilik dışı cinsel ilişkiler hamileliğe yol açabilir ve bu şekilde hamile kalan bir kadın daha sonra kocasıyla birlikte kalırsa, gayrimeşru çocuğunu kocasına kendi çocuğu gibi gösterme ve böylece onu başka bir erkeğin çocuğunu desteklemesi için kandırma tehlikesi ortaya çıkar. Tersi durumda böyle bir tehlike söz konusu değildir: Hiçbir erkek gayrimeşru çocuğunu karısına, karısı işin aslını bilmeden sunamaz. Bu nedenle, erkeklerin sadakatsizliğine kıyasla kadınların sadakatsizliği çok daha büyük bir toplumsal itibar kaybına yol açmaktadır. (Bu arada -ve oldukça mantıklı bir şekilde- erkek sadakatsizliğinde de benzer bir ayrım yapılmaktadır: Bir erkeğin evli bir kadınla ilişkisi olması, evli olmayan bir kadınla ilişkisinden daha ağır bir suç olarak kabul edilmektedir; çünkü ilk durumda erkek, kadının başka bir aldatma eylemine potansiyel suç ortağı olurken, ikinci durumda olmamaktadır. Dolayısıyla, bu ayrımın bilincinde olarak ve erkeklerin oldukça gelişigüzel olan cinsel dürtülerini karşılamak amacıyla, fahişelik neredeyse evrensel bir sosyal yapı hâline gelmiştir.)
54. Mises, Socialism, s. 282.
55. Arkeolojik bulgulara dayanarak, bu yayılma sürecinin hızının karada yılda yaklaşık bir kilometre (kıyı şeridi ve nehir vadileri boyunca biraz daha yüksek) olduğu tahmin edilmektedir. Bkz: Cavalli-Sforza, Genes, Peoples, and Languages, s. 102.
56. Bkz. örneğin Cavalli-Sforza, Genes, Peoples, and Languages, ss. 101-13; Cavalli-Sforza & Cavalli-Sforza, The Great Human Diasporas, bölüm 6, özellikle s. 144ff.
57. 10000 yıldan daha uzun bir süre önce, örneğin günümüz Türkiyesi’ndeki Çatal Höyük gibi bazı erken neolitik yerleşimler tahminen 4000-5000 kişilik bir nüfusa ulaşmıştır. Bu tür yerleşim yerlerinde elde edilen bulgular arasında Stonehenge benzeri kutsal alanlar (6000 yıldan daha eskidir!), taştan inşa edilmiş ve ayrıntılı duvar resimleri olan geniş evler, hayvan kabartmalı megalit sütunlar (anıttaşlar), heykeller, yazı benzeri semboller içeren oymalar, süs eşyaları, ayrıntılı süslemelere sahip taş kaplar, taş hançerler, obsidyenden (volkanik bir taş) yapılmış aynalar, kemik iğneler, ok başları, değirmen taşları, taş ve kilden yapılmış testiler ve vazolar, renkli taşlardan yapılmış yüzükler ve zincirler, hatta metal işlerinin ilkel örnekleri yer almaktadır.
58. Bakınız Colin McEvedy & Richard Jones, Atlas of World Population History, Harmondsworth: Penguin Books, 1978.
Comments