top of page

Piyasa

Per L. Bylund - 17.08.2022

Per Bylund, Primer Kitabı, Kısım 2 Kapağı

Dördüncü Bölüm: Fabrika Değil, Süreç

Ekonomide neler olup bittiğini anlamamıza yardımcı olması açısından önemli olan, mağaza raflarında yer alan malların türü ve sayısı değildir. Önemli olan oraya neden ve nasıl geldikleridir.


Bu soruyu yanıtlamak için geçen hafta kamyonla geldiklerini belirtmek yeterli değildir, çünkü bu bize sadece mağazaya nasıl taşındıklarını anlatır. Bu bize, onları kullanılabilir hâle getirmek için atılması gereken tüm adımlar hakkında hiçbir şey söylemez. Bir malın mağazada satın alınabilir hâle gelmesinden önce gerçekleşen pek çok şey vardır. Bir mağazanın rafında gördüğünüz her ürün aslında birileri tarafından düşünülmüş, tasarlanmış ve sonra da üretilmiştir. Üretim süreci geliştirilmiş, tüm operasyonları ve gerekli makine ve aletler tasarlanmış, ardından süreç denetlenmiş ve idare edilmiştir. Birilerinin malları en iyi nasıl pazarlayacağını ve mağazaya nasıl satacağını düşünmesi ve lojistik sorunlarını çözmesi gerekmiştir. Ve birinin de tüm bunları finanse etmesi gerekmiştir.


Başka bir deyişle, çevremizde gördüğümüz ve hafife alarak sahip olmaya hakkımız olduğunu zannettiğimiz her şeyi anlamak için ekonominin bir durum değil, bir süreç olduğunu görmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Ekonominin anlık bir görüntüsüne bakmak bize ekonominin nasıl işlediğine dair -eğer bir şey varsa- çok az şey söyler, hatta bizi yanıltabilir ve anlamadan acele yargılara varmamıza neden olabilir. Sürecin farkına varmadan, belirli bir durumun verimsiz, yanlış veya adaletsiz olduğu sonucuna varmak ve aynı zamanda verimsizliği giderip durumu iyileştirmenin, yanlışı düzeltmenin veya daha az adaletsiz bir sonucu hesaplamanın kolay olduğunu zannetmemiz kaçınılmazdır.


Örneğin, resmin sadece bir kısmına bakarsak, mağaza sahibinin bu kadar çok mala sahip olması ve diğer insanların hiçbir mala sahip olmaması adaletsiz görünebilir. Ancak resmin tamamına baktığımızda, bu malların mağaza sahibinin kullanımına ait olmadığını, yalnızca tüketicilerle nihai kullanımları için bekleyen mallar olduğunu fark ederiz. Mağaza sahibi bir istifçi değildir ve çok küçük bir “ekonomik güce” sahiptir. Mağaza sahibi bu malları tüketicilerin kullanımına sunma hizmetini vermektedir ve geçimini sağlayabilmesi tüketicilerin bu malları satın alma istek ve kabiliyetine bağlıdır. Mağaza olmasaydı, müşterilerin her bir malı bir toptancıdan toplu olarak satın alması gerekirdi. Ancak mağaza sahibi bize tek bir yerde birçok farklı mala ulaşabilme kolaylığı sunar.


Koordine Bir Süreç

Ekonomide, bir mağaza rafında gördüğümüz bir malın üretiminden daha fazlası vardır. Bu malın üretimi mümkündür çünkü başka süreçler ve üretimler de mevcuttur. Örneğin, bir şekerleme üreticisi genellikle şekerlemenin içindeki şekeri, aromayı ya da renklendiriciyi üretmez. Şekerleme üreticileri şekerleme yapmak için kullandıkları makineleri; şekerlemeyi ürettikleri, paketledikleri ve sevkiyata hazırladıkları binayı; onlara elektrik sağlayan santrali çok nadiren kendileri üretmiştir. Şekerlemenin mağaza raflarında yerini almadan önce sadece bir kişi tarafından üretildiğini söylemek pek de doğru olmaz. Hatta şekerleme üreticileri, gerekli malzemelerin hâlihazırda mevcut olan üreticileri olmasaydı şekerlemelerini de üretemezlerdi.


Özetle, şekerleme üreticisi, genel üretim sürecindeki boşlukları dolduran, kendisi de çok sayıda üreticiden ve belirli üretim süreçlerinden oluşan çok daha uzun bir tedarik zincirinin bir parçasıdır. Genellikle farklı işletmeler tarafından yürütülen bu süreçler hep birlikte, zamanın başlangıcında elimizde mevcut olan doğa ve işgücü şeklindeki “orijinal faktörlerden” belirli bir malı adım adım üreten çok uzun bir operasyon zinciri oluşturur. Birileri şeker kamışı ya da mısır yetiştirmek için toprağı temizlemiştir. Birisi ulaşım ve taşımacılık hizmetleri sağlamaya karar vermiş, bu da zaten bir başkası yolları açıp asfaltladığı ve kamyon ürettiği için mümkün olmuştur. Bu kamyonlar da başka birileri zaten çelik, plastik ve kamyonların yapıldığı diğer tüm materyalleri ürettiği için üretilebilmiştir. Çelik de başkaları madenleri ve eritme tesislerini işlettiği için imal edilebilmiştir. Tabii eğer şekerleme üreticisinin şekerleme yapmasını sağlayan her şeyi sıralayacak olsaydık, bu çok uzun bir liste olurdu. Hatta şekerleme fabrikası çalışanlarının molalarında içtikleri kahve gibi küçük şeyler bile birçok ülkede binlerce insanın dâhil olduğu uzun bir tedarik zincirinin sonucudur. Önemli olan belirli bir malın yapımında yer alan her şeyin haritasını çıkarmak değil, ekonominin tüm bu şeylerin birlikte çalışması olduğunu anlamaktır.


Görünen o ki, satın alabileceğiniz o şekerlemeyi üretmek üzere tasarlanmış uzun bir üretim hattı ve geniş ürün yelpazesini oluşturmak için pek çok işletme ve işçi gerekmektedir. Bu durum, hepsinin işin içinde olduğu ve nihai malın size sunulması için hepsinin gerekli olduğu gerçeğini bir anlamda doğrulamaktadır. Ancak madencinin, madenden çıkarılan cevherin eritilerek bugün mağazadan satın alabileceğiniz şekerlemeyi üreten makinenin bir parçası olan çeliğe dönüşeceği konusunda elbette hiçbir fikri yoktur. Kahve çekirdeği yetiştiricisi, kahvesinin uzak bir ülkede sizin satın almayı düşündüğünüz özel bir şekerleme türünü üreten işçileri besleyeceğini de tahmin edemezdi. Aynı şekilde, mağaza sahibinin de mağaza raflarında stoklanacak bir şekerleme arzı oluşmadan önce gerçekleşen tüm adımlar hakkında hiçbir şey bilmesine gerek yoktur.


Mesele şu ki mağazada gördüğünüz herhangi bir malı üreten ayrıntılı, karmaşık üretim süreci belirli bir kimsenin tasarımı değildir. Genel süreç, belirli malların üretilmesi etrafında koordine edilmemiştir. Hiç kimse tüm bu adımları ve bunların sırasını belirten bir plan ya da akış şeması hazırlamamıştır. Hiç kimse, sonunda şekerleme üretiminde kullanılan demir cevherini üretmek için ne kadar kayanın kırılması gerektiğini öngörmemiştir. Süreci yönlendiren şey malların yaratılması değil, tüketici olarak sizin için değer yaratılmasıdır.


Ekonomi genelinde işletmeler, mal üreterek ve satışa sunarak mümkün olduğunca fazla değer üretmek için birbirleriyle yarışırlar. Biz bunu rekabet olarak, aynı ya da benzer ürünlerin üretilmesi olarak görürüz: Birbirleriyle rekabet eden şekerleme üreticileri buna bir örnektir. Ancak bu çok dar bir bakış açısıdır. Şekerleme üreticileri dolaylı olarak şekerleme makinelerinde kullanılan çelik için rekabet ederler, bu da çelik kullanan diğer tüm üreticilerle rekabet ettikleri anlamına gelir. Aynı rekabet durumu toz şeker için de geçerlidir. Ve işçiler için de. Ve hatta işçilerin içtiği kahvede de rekabet söz konusudur, zira bazıları kahvelerinde toz şeker kullanıyor olabilir.


Peki, üretilen çeliğin bir kısmı neden şekerleme üreten makinelere gidiyor? Bu sorunun cevabı beşinci bölümde uzun uzadıya tartışılacaktır. Şu anda, tüm işletmelerin doğrudan ya da dolaylı olarak tüketicilere yönelik mallar ürettiğini belirtmek yeterlidir. Örneğin çelik üreticileri, ürettikleri çeliğin tam olarak ne için kullanılacağını bilsinler ya da bilmesinler, tüm üretim bu amaca yöneliktir. Ayrıca zaten bilmezler ve bilmeleri de gerekmez. Tüketicilerin ne kadar ödemeye razı olacaklarını belirleyen şey, üretilen bu mallarda gördükleri değerdir. Bu ödeme, işletmelerin ekonomi genelindeki yatırım ve harcamalarını gerekçelendiren şeydir. Sonuç olarak, tüm işletmelerin ne yaptıklarını ve nasıl yaptıklarını dolaylı olarak koordine eden şey, tüketicilere değerli mallar sağlamaya katkıda bulunduklarına dair beklentileridir.


Sürekli̇ İnovasyon

Rekabetin, gördüğümüz işletmelerin ve üretimin ötesine geçtiğini belirtmek önemlidir. Evet, bu işletmeler rekabet etmektedir. Yukarıda gördüğümüz gibi, aynı girdi maddelerini satın almaya ve aynı müşterilere satış yapmaya çalışarak hem doğrudan hem de dolaylı olarak rekabet etmektelerdir. Ancak bu, uzun vadede neyin önemli olduğunu dışarıda bırakan çok sınırlı bir rekabet görüşüdür. İşletmeler sadece mevcut işletmelerle rekabet etmezler, aynı zamanda henüz var olmayan işletmelerle de rekabet ederler. Ve var olan işletmeler, hâlihazırda gerçekleşmiş olan bu tür bir rekabetin sonucudur.


Bu kulağa garip geliyorsa, bunun nedeni ekonomiye bir süreç olarak değil, bir anlık durum olarak bakmaya alışkın olmamızdır. Bugün var olan işletmeler, hâlihazırda gerçekleşmiş olan rekabetçi bir ayıklama sürecinden sağ çıkanlardır. Bu işletmeler daha iyi oldukları -daha üretken oldukları, daha kaliteli mallar sundukları vesaire- için şu anda iş dünyasındalardır. Ve ancak rakiplerinden daha iyi olmaya devam ederlerse iş dünyasında var olmaya devam edeceklerdir. Sadece hayatta kalan diğer işletmelerden değil, aynı zamanda henüz kurulmamış ya da ürünlerini geliştirmeye veya rafine etmeye devam eden işletmelerden de daha iyi performans göstermeleri gerekir. Bu, henüz var olmayan ve hatta henüz hayal bile edilemeyen ancak tüketicilere hâlihazırda mevcut olan mallardan daha fazla değer sağlayabilecek malları üreten işletmeleri de içerir.


Yeni malların, üretim tekniklerinin, malzemelerin, organizasyonların ve benzerlerinin inovasyonu, bir ekonominin malları nasıl ürettiğini ve hangi malların üretildiğini temelden değiştirir. At arabasının standart ulaşım aracı olduğu dönemde, tıpkı at arabası üreticileri arasında rekabet olduğu gibi, ahırlar ve ulaşım işletmeleri arasında da rekabet vardı. Ancak sadece bu işletmelere bakarsak, otomobil çağını başlatan işletmeler tarafından yerlerinin nasıl alındığını ve rekabette nasıl geride bırakıldıklarını asla açıklayamayız. Bugün, kârlı bir şekilde at arabası üreten çok az işletme kalmıştır. Bunun nedeni otomobillerin tüketicilere daha fazla değer sunmasıdır.


Tüketiciler açısından bakıldığında, uygun fiyatlı otomobiller ortaya çıkana kadar at arabaları değerli mallardı. Fakat otomobiller daha büyük bir değer sağladı ve bu yüzden at arabası işletmelerinin kârlılığını baltaladı ve nihayetinde onları yok etti. Bazen “yaratıcı yıkım” olarak adlandırılan bu durum ekonomik kalkınmanın özünü oluşturur: Yani daha eski ve daha az değer yaratan üretim yerini yeni ve daha fazla değer yaratan üretime bırakır.


Bu yaratıcı yıkımın gerçek olduğunu ve işletmeler üzerinde sürekli bir yenilik yapma ve kendilerini yeniden keşfetme baskısı yarattığını kabul ettiğimizde, ekonomiyi bir süreçten başka bir şey olarak algılamanın mümkün olmadığını anlarız. Ekonomiler zaman içinde evrimleşir ve gelişir; kendilerini sürekli yeniden keşfeder ve icat ederler. Rekabet yalnızca benzer şeyler üreten ve satan iki ya da daha fazla işletme arasındaki çekişme değil, hem şimdiki hem de gelecekteki tüketicilere daha iyi hizmet vermek için sürekli bir baskıdır. Tarih, birçoğu rekabet edilemeyecek kadar büyük ve “güçlü” kabul edilen başarılı ve etkili işletmelerle doludur. Bunların çoğu, birileri tüketiciler için nasıl daha fazla değer üretileceğini bulduğu için çoktan yok olmuş ve unutulmuştur.


Sürekli Belirsizlik

Ekonomi ve özellikle de piyasa ekonomisi en iyi şekilde bir süreç olarak anlaşılsa da bunu bir üretim süreci olarak düşünmek hata olur. Bu konuya yukarıda kısaca değindik, ancak tekrarlamakta ve detaylandırmakta fayda var. Bir ekonomi üretim süreçlerinden oluşur, ancak bu üretim süreçlerinin kendileri de seçilmiştir: Bunlar, daha az değer yaratan üretimin sürekli ayıklanmasından sonra hayatta kalanlardır. Hayatta kalan bu üretim süreçlerinin birçoğu, yeni ve daha fazla değer yaratan süreçler denendikçe ayıklanacaktır.


Bir üretim süreci, belirli girdilerden belirli çıktılar elde eden işlemlerden oluşur. Bu süreç zorunlu olmamakla birlikte tipik olarak tasarlanmış ve organize edilmiştir. Bunu bir fabrikada olup bitenler gibi düşünebiliriz. Fabrikada gerçekleşen kesin işlemler zaman içinde değişebileceği gibi insanlar ve makineler de değişebilir. Parçaların çoğu bir anlamda değiştirilebilir. Bazen fabrikanın kendisi farklı bir amaçla kullanılmak üzere yeniden tasarlanır, ancak onu fabrika yapan şey aynıdır: Bir fabrika girdileri çıktılara dönüştürür. Fabrika genel olarak çıktılar imal etmez, yani sihirli bir üretim makinesi değildir. Bir fabrika, belirli miktarlarda belirli girdiler gerektiren mühendislik ürünü bir üretim süreci kullanarak net biçimde tanımlanmış çıktılar (mallar) üretir.


Bunların hiçbiri bir süreç olarak ekonomi için geçerli değildir! Bir ekonominin “çıktısı” tüketim malları biçimindeki değerdir, ancak üretilen gerçek mallar zaman içinde değişir ve dolayısıyla bunların değerleri de değişir. Bir ekonominin süreci, gerçek üretimleri -üretim süreçleri ve üretilen mallar- değil, tüketicilere en yüksek değeri sağlayan üretimlerin sürekli olarak seçilmesidir. Tıpkı otomobilin tüketicilere daha yüksek değerde ulaşım olanağı sağladığı için at arabasının yerini alması gibi, bilgisayarlar da daktiloların yerini almış ve ofis ortamındaki iş akışında devrim yaratmıştır. Bugünkü mallarımızın ve onları üreten süreçlerin çoğu er ya da geç daha iyi, daha değerli olanlarla yer değiştirecektir.


Hangi ürünlerin deneneceğini ve hatta hangilerinin başarılı olacağını söyleyemeyiz. Başka bir deyişle üretim her zaman belirsizdir. Çıktının değeri bilinmeden önce bir tür yatırım gerektirir. Bu değer nihai olarak tüketiciler tarafından malları kullanırken tecrübe edilir ve beklentileri hangi fiyatı ödemeye istekli olduklarını belirler. Ancak malların istekleri tatmin etmesi yeterli değildir; tüketicinin gözünde bunu, mevcut diğer mallardan beklediğinden daha yüksek bir derecede yapmaları gerekir. Ancak o zaman tüketici o ürünü satın alacaktır.


Mevcut malların sayısı ve çeşitliliği girişimcilerin ve yatırımcıların hayal gücüne bağlıdır. Başka bir deyişle, hayal eden, tasavvur eden ve yeni değerli mallar yaratmayı amaçlayan girişimci, ekonomideki üretimin gelişimini yönlendirir. Tüketici ise daha sonra, hangi girişimcilerin üretimlerinin satın alınabilecek değerde olduğuna ve hangi fiyatlardan satın alınabileceğine karar verir. Diğer bir deyişle tüketici egemendir ve satın alma ya da almama yoluyla hangi girişimcilerin kâr elde edeceğini ve hangi girişimcilerin zarar edeceğini belirler.


Beşinci Bölüm: Üretim ve Girişimcilik

Niçin üretim yaparız? Basit bir sebepten ötürü, doğa tüm ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi otomatik olarak karşılamamaktadır. Yabani hayvanlar, tahıllar ve meyveler dünya nüfusunu ayakta tutmak için yeterli değildir. Bilgisayarlar, uçaklar ve hastaneler ağaçta yetişmez.


Başka bir deyişle, elimizdeki araçlar kıttır. Bir şey için elimizdekilerle karşılayabileceğimizden daha fazla kullanım alanımız olduğunda, ekonomize olmamız, yani tasarruflu ve idareli davranmamız gerekir. Diğer bir deyişle, tercihler yapmamız ve ödünleşimleri göz önünde bulundurmamız gerekir. Dolayısıyla kaynakları israf etmemek veya yanlış şeyler için kullanmamak için kaynakların nasıl kullanıldığına dikkat etmek mantıklı olacaktır.


Kıtlıkla başa çıkmak için iki önemli strateji vardır. Bunlardan ilki, daha uzun süre yetmesi için bir kaynağın kullanımını sınırlandırmak anlamına gelen tayınlama stratejisidir. Bu, sınırlı olan herhangi bir kaynak için yaygın ve uygun bir stratejidir. Örneğin, sadece sınırlı bir miktarda su ve yiyeceğe sahip olan ve daha fazlasına erişme umudu olmayan biri, daha uzun süre hayatta kalmak için yeme ve içmesini kısıtlamaktan fayda sağlayacaktır. Ancak bu strateji sezgisel olmakla birlikte, toplumun geneli ve özellikle de piyasalar için tipik olarak uygun değildir.


Daha iyi strateji ise değeri ekonomize eden, yani değerden tasarruf eden üretimdir. Basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, üretim mevcut kaynaklarla daha fazla isteği karşılamamızı sağlar -sadece değeri dağıtarak harcamak yerine harcananın karşılığında daha fazla değer yaratır.


Kıtlığın Üstesinden Gelmek için Üretim

Üretim, daha iyi araçlar yaratarak kıtlığın neden olduğu baskıyı hafifletir. Doğanın sunduklarını değiştirerek, yönlendirip işleyerek ve geliştirerek daha fazla değer yaratır. Üretim yaptığımız için, aksi takdirde elde edilebilecek olandan çok daha fazla ve çok daha değerli istekleri tatmin edebiliriz.


Üretimde ne kadar iyi olursak, elimizdeki araçlar da o kadar bol ve kullanışlı olur. İşte bu “ekonomik büyüme” demektir. Bir ekonomi ne kadar “büyükse” o kadar üretkendir, bu da tüketici isteklerini karşılamada daha iyi olduğu anlamına gelir. Böylelikle daha fazla değer yaratır.¹


Pek çok kişi ekmeğin açlığı gidermek için değerli bir araç olduğunu düşünür. Ekmeği sevelim ya da sevmeyelim, çoğumuz onu çiğ buğdayı mayayla çiğneyip su yardımıyla yutmaktan daha tatmin edici buluruz. İşte bu nedenle buğday unu ve mayayı karıştırıp ekmek hâline getiriyoruz: Böylece ekmeğin ek değeri, üretimini haklı kılmış oluyor. Fırın, elektrik, insan gücü gibi ek kaynaklar kullanmamız ve hamurun kabarmasını ve ardından pişmesini beklememiz gerektiği anlamına gelse de değer elde etmiş oluyoruz.


Hemen bir sonuca varmak ve ekmeğin malzemelerden daha değerli olduğunu, çünkü ekmeği yapmak için ek kaynaklar kullanıldığını varsaymak kolaydır. Oysa bu yanlıştır. Aslında tam aksine: Ekmeğin bize daha fazla tatmin sağlayacağını umduğumuz için malzemeler, insan gücü, zaman gibi kaynaklara yatırım yapmayı tercih ederiz. Ekmek yapmak için gerekli bilgi ve uzmanlığın kazanılması da dâhil olmak üzere kaynakların bu işe ayrılmasıyla ekonominin değer üretme kapasitesi artar. Bu yatırım bizi sadece ekmek aldığımız için değil, aynı zamanda ekmek pişirme becerisi kazandığımız için de daha iyi duruma getirir. Ekmek değerli bir mal olduğu ve onu pişirme becerisi korunduğu sürece, yatırım daha fazla değer yaratır.


Ekmeğin beklenen değeri yatırımı sürdürmeye değer kılar. Bir şeyi üretirken daha fazla kaynak kullanmamızın o şeyin değerini arttırdığı anlamına gelmesi durumunda, aslında tasarruf yapmıyor ve o şeyi ekonomize etmiyoruzdur. Daha fazla kaynak kullanmak malı daha değerli kılacaksa neden daha az kaynak kullanalım? O zaman ne kadar çok kaynak kullanırsak o kadar iyi durumda oluruz. Bu elbette saçmalıktır. Tasarruf yaparız çünkü gereğinden fazla kaynak kullanmak israftır. İsraftan kaçınarak elde ettiğimiz girdileri kullanıp daha değerli çıktılar üretebiliriz.


Bununla birlikte, kaynak kullanımı ve çıktı değeri genellikle birbiriyle ilişkilidir -en azından sonuçta birbirine paralel gibi görünürler. Bunun nedeni, beklenen değerin maliyetleri makul [kabul edilebilir] kılmasıdır. Başka bir deyişle, çok değerli olmasını beklediğimiz bir şey üretmeyi hedefliyorsak, onu üretmek için kaynakları kullanmayı göze alabiliriz. Buna karşılık, sadece sınırlı değere sahip olacak bir mal üretmeyi hedefliyorsak, o zaman neredeyse onunla aynı miktarda kaynak kullanmayı göze almak ve makul bulmak mümkün olmayacaktır. Maliyetler, üretilmesi beklenen değere göre tercih edilir. Yani birinci sınıf ya da lüks bir ürünün daha pahalı olmasının sebebi nadir ve pahalı malzemeler kullanılarak üretilmesi değildir; aksine, daha pahalıya satılabilecek bir mal olduğu için nadir ve pahalı malzemeler kullanılarak üretilmiştir. Maliyeti belirleyen, değerdir ve tersi bir durum söz konusu değildir.


Bu, kulağa biraz ters gelebilir, o yüzden yine ekmek yapımını ele alarak açıklayalım. Ekmek bir tüketim malıdır, bu nedenle değerini anlamak kolaydır: Doğrudan bir istek ve ihtiyacı karşılar, yani açlığımızı giderdiği ve tadı güzel olduğu için bizi daha iyi bir duruma getirir. İnsanlar ekmeğe farklı şekillerde değer verebilir, ancak hepsi de ekmeğe kendilerine kişisel bir tatmin veya doyum sağladığı için değer verir. Peki ya ekmeği yapmak için gerekli olan şeylere verilen değere gelecek olursak? Un, maya, su, fırın ve elektrik gibi şeyler ekmek tüketicileri tarafından doğrudan tüketilmez, bunlar yalnızca nihai ürünü üretmek için kullanılan araçlardır. Bu araçlar ekmek yapmayı mümkün kılarak tüketicileri yalnızca dolaylı biçimde tatmin eder.


Bu kaynakların değeri vardır çünkü ekmek yapımına katkıda bulunurlar. Bu durumu, tüketici deneyimine hiçbir katkısı olmayan kaynakları da eklediğimizde kolayca görebiliriz. Mesela fırıncının bir araba motoru satın aldığını ve bunu fırına yerleştirdiğini düşünün. Bu motor, fırın işletmesi için bir maliyettir. Ama ekmeğe değer katar mı? Cevap: Kesinlikle hiçbir değer katmaz. Motor, tüketiciler nezdinde ekmeğin değerini artırmaz. Tüketiciler ekmeğe daha fazla değer vermez ve fırıncı bir motor satın aldı diye ekmek için daha yüksek bir fiyat ödemeye istekli olmazlar. Çıktıya katkıda bulunan farklı un türleri veya farklı fırın türleri için de durum aynıdır. Tüketiciler girdilere değil, çıktılara değer verirler. Eğer buğday ekmeğine ve çavdar ekmeğine eşit değer veriyorlarsa, fırıncının hangi unu kullandığı önemli değildir; dolayısıyla daha ucuz olan daha ekonomize, yani daha tasarruflu bir seçim olacaktır.


Tersi bir durumu ele alırsak bunu kolayca görebiliriz. Diyelim ki bir fırıncı var ve insanlar bu fırıncının sunduğu ekmekten memnunlar. Dolayısıyla ekmeğin bir değeri vardır ve böylece fırıncının ekmeği yapmak için kullandığı malzemeler ve fırının da bir değeri olur. Şimdi herkesin aniden ekmek istemeyi bıraktığını ve fırıncının artık ekmek satamadığını düşünün. Ekmeğinin değeri ne olur? Sıfır. Fırıncının fırınının değeri ne olur? Fırının değeri de düşer, hatta belki de sıfıra iner.


“Belki de sıfıra” demek önemlidir, çünkü bu ekmek fırınlarının başka hangi amaçlarla kullanılabileceğine bağlı olarak durum değişebilir. Eğer sadece ekmek yapmak için kullanılıyorsa, o zaman artık değerli bir kullanımı yoktur. Artık kimse ekmek istemezken neden birileri ekmek fırını istesin ki? İstemeyeceklerdir, bu yüzden fırın işe yaramaz ve değersizdir. Ancak içeriğindeki (çelik, cam ve benzeri) materyaller geri dönüştürülebilir ve başka amaçlar için kullanılabilirse hurda değeri olabilir. Bu durumda fırının değeri hurda değerine düşecektir çünkü artık en değerli kullanımı budur.


Bu sadece fırının içerdiği materyaller için geçerli değildir. Eğer fırın ekmek pişirmekten başka bir amaçla kullanılabiliyorsa, o zaman hâlâ hurdadan daha yüksek bir değere sahip olabilir. Ancak yine de değeri düşecektir. Neden mi? Çünkü fırının başka bir şey için değil de ekmek pişirmek için kullanılmasının nedeni, ekmek pişirmenin daha yüksek değerli bir kullanım olmasıdır. Nitekim fırıncı fırını değer yaratmaya katkıda bulunduğu için satın almış ya da inşa ettirmiştir. Ekonomize etmek, kaynaklardan daha fazla değer elde ettiğimiz için daha yüksek değerli kullanımı seçtiğimiz anlamına gelir. Ancak bu durum zaman içinde değişir. Eğer pişirme artık değerli bir kullanım değilse, fırının değeri düşer. Değeri, değerli olan başka bir şeyin üretilmesindeki yeni en iyi kullanımından daha yüksek olamaz. Eğer birisi fırın için ekmek pişirmekten daha iyi bir kullanım düşünürse, o zaman fırın o kişi için fırıncının düşündüğünden daha yüksek bir değere sahip olur. O zaman bu kişinin, diğer her şey eşitken, fırıncının fırına biçtiği değerden daha yüksek bir fiyat teklif etmesini ve fırını fırıncıdan satın almasını bekleyebiliriz.


Bu basit örnek, sözde üretim araçlarının kendi başlarına değil, yalnızca değerli bir tüketici malının üretilmesine sağladıkları katkı bağlamında bir değere sahip olduklarını göstermektedir. Tüm üretken kaynaklar, yalnızca tüketicilerin ihtiyaç duyduğu ve talep ettiği malların yaratılmasına katkıda bulundukları için bir değere sahiptir. Bu durum petrol tankeri gibi tüketim malından çok uzak bir şey için de geçerlidir. Değeri, onu yapmak için kullanılan kaynaklardan değil, tüketim mallarının üretiminde nasıl kullanıldığından ve bu değer üretimine nasıl katkıda bulunduğundan gelir. Ve elbette kaynaklar petrol tankerini yapmak için kullanılır çünkü değerli tüketim mallarına katkıda bulunması beklenir. Petrol tankerinin mümkün kıldığı sonucun beklenen değeri, onu üretmenin maliyetini makul kılmaktadır.


Sermaye ve Üretim

Üretim çabaları, istekleri doğrudan tatmin eden tüketim malları yaratmak için sarf edilir, ancak tüm üretim nihai tüketici malları değildir. Un ve maya üretimi ve fırın işletmesi gibi ekmek pişirmek için kullanılan fırın da buna bir örnektir. Fırın, ekmek üretimini desteklemesi amacıyla inşa edilmiştir. Başka bir deyişle, fırın ekmek yapmayı kolaylaştırır (ya da en azından kolaylaştırması amaçlanır) ve böylece üretkenliğimiz artar.


Tüketici istek ve ihtiyaçlarını sadece dolaylı olarak karşılayan bu “üretim araçlarına” sermaye ya da sermaye malları denir. Ekmek satın alan bir tüketici, fırıncının bir fırını olup olmadığıyla ilgilenmez. Tüketiciler genellikle üretim sürecinde ne ya da ne kadar sermaye kullanıldığıyla değil, yalnızca tüketim malıyla ve bu malın kendi isteklerini ne kadar iyi karşıladığıyla ilgilenir.


Ancak müşterileri bunları önemsemezken, fırıncı kesinlikle önemsemektedir. Fırın sayesinde daha az çalışmayla daha fazla ekmek üretilebilir. Sermaye kullanımının etkisi, tipik olarak ve özellikle emek başta olmak üzere girdi birimi başına daha fazla çıktıdır, bu da aynı miktarda kaynak kullanılarak daha fazla isteğin karşılanabileceği anlamına gelir. Fırıncı için bu, daha düşük maliyetle daha fazla ekmek pişirilebileceği anlamına gelir. Sermayenin amacı, kullanılma ve yaratılma nedeni üretkenliğimizi arttırmasıdır. Böylece harcadığımız girdiler karşılığında daha değerli çıktılar elde ederiz.


Verimlilik [üretkenlik] sadece bir şeyden ne kadar üretilebileceği meselesi değil, aynı zamanda neyin üretilebileceği meselesidir. Aslında ekonomik verimlilik, çıktı birimlerinin teknolojik bir ölçüsü değil, bir değer ölçüsüdür. Sermaye, genellikle göz ardı edilen ancak çok önemli bir rol olan belirli mal türlerinin üretimini mümkün kılar.


Fırıncıya tekrar dönelim. Diyelim ki fırın yok, ama hamuru düz bir taşın üzerine koyarak açık ateşte pide pişirmek mümkün. Bu fırıncı günlerini bu şekilde pide pişirerek geçiriyor. Bu değerli bir girişim çünkü pideler tüketicilerin isteklerini tek tek malzemelerin kendilerinden daha iyi karşılıyor. Ve pideyi fırın gerektirmeyen diğer basit ekmek türlerine tercih eden yeterince tüketici var. Başka bir deyişle, pide pişirmek fırıncının emeğinin, unun, taşın ve ateşin verimli bir şekilde kullanılmasıdır.


Ancak bir fırın, fırıncının yeni ekmek türleri yapmasını mümkün kılacaktır ki biz (ve daha da önemlisi fırıncı) bunun tüketiciler için daha da değerli olabileceğini düşünüyoruz. Ateşin üzerine düz, yassı taşlar dizerek basit bir fırın yapılabileceğini varsayalım. Taşları toplamak ve bu şekilde düzenlemek için yapılan yatırım, fırıncının ekmek pişirme çabalarının değerini artırır. Her ne kadar bu taşlarla pek de sofistike olmayan, basit bir fırın inşa etmiş olsa da fırıncı artık tüketicilerin pideye kıyasla daha fazla değer vermesini beklediği diğer ekmek türlerini de üretebilir.


Bu şekilde dizilip ayarlanmış olan taşlar bir sermaye malı, yani bir fırın yaratmaktadır. Fırıncı, taşları ateşin üzerine dizmek için zaman ve çaba harcayarak, tüketiciler açısından değeri artırmayı vaat eden yeni bir sermaye yaratmıştır. İşler planlandığı gibi giderse, sonuç, artan değer çıktısı olacaktır.


Genellikle sermaye mallarını dayanıklı olarak düşünürüz. Taşların uzun süre dayandığı doğrudur, ancak bu, fırının dayanacağı anlamına gelmez. Aslında, kullanıldıkça eninde sonunda yıpranacaktır. Fırının kullanışlı kalabilmesi için, kırılan taşların değiştirilmesi gibi tekrarlanan veya devamlılık arz eden yatırımlar yapılmalıdır. Bu yapılmazsa, bu sermayenin kullanışlılığı zamanla düşecek ve sonunda fırın işe yaramaz hâle gelerek değerini kaybedecektir. Bu durumda sermayeyi kullanarak “tükettiğimizi” söyleyebiliriz. Bu tüm sermayeler için geçerlidir ancak tabii dereceleri farklı olabilir: Bazı sermayeler daha uzun ömürlü ve daha dayanıklıdır ve daha az bakım gerektirebilir.


Fırının bakımının yanı sıra, ateşin yanmasını sağlamak ve un öğütmek gibi diğer destekleyici yatırımlar da sermayeyi kullanışlı tutmak için yapılmalıdır. Tüm sermaye yapısı sürekli yatırım gerektirir. Aslında, ekmek üretmek için gerekli olan diğer sermaye işler vaziyette tutulmadıkça fırın kullanışlı değildir. Tüm sermaye malları zamanla ve kullanıldıkça bozulur. Başka bir deyişle, sermaye, üretkenliği arttırmak için eklenir ancak tüketim mallarının üretiminde kendisi de tükenir. Sermayeyi kullanışlı ve değerli tutmak için sürekli yeniden yatırıma ihtiyacımız vardır.


Taştan yapılmış fırın elbette günümüz fırınları kadar kullanışlı ve randımanlı değildir. Ancak fırıncının o anda elinden gelenin en iyisi bu olabilir. Daha uzun ömürlü ve daha verimli bir fırın üretmek için fırıncının çeliğe ve belki de henüz var olmayan gelişmiş aletlere erişimi olması gerekirdi. Fırıncı böyle modern bir fırının nasıl çalışabileceğini keşfetmiş olsa bile, kayayı demire, demiri çeliğe nasıl dönüştüreceğini ve sonra bundan bir fırının nasıl yapılacağını bulmak için zaman ayırmaya ya da çaba göstermeye değmeyebilir. Ne de olsa o bir fırıncıdır. Oysa bunu bir başkası yapabilirdi. Ve o başkası yaptı da, çünkü bugün modern, son derece kullanışlı çelik fırınlarımız var.


Modern fırınlar, yeni ve geliştirilmiş sermayeye, incelikli tasarımlara, daha iyi malzemelere ve daha etkili üretim teknolojilerine yüzyıllar boyunca yapılan yatırımların sonucudur. Bu uzun ve karmaşık tarihi kanıksamış, değerini hafife almış durumdayız. Ancak, bu tarihsel üretim döngüsü, şu anda mahallelerimizdeki dükkân ve mağazalarda bulunan modern cihazlara yol açmıştır. Aynı şey satın alabileceğimiz her şey için de geçerlidir: Her mal, tek bir amaç uğruna, yani biz tüketicilere tatmin sağlamak için yaratılmış, tabiatın rafine bir parçasıdır.


Malzemeleri, aletleri, makineleri ve benzerlerini yaratan tüm bu çabalar, üretimi artıran ve giderek daha çeşitli istekleri daha etkin bir şekilde tatmin etmemizi sağlayan sermaye yatırımlarıdır. Hep birlikte, tüm bu sermaye, tüm ekonomiyi kapsayan ve tüketici isteklerini tatmin eden çok sayıda farklı malı etkin bir şekilde yaratmamızı sağlayan üretken bir yapı hâlinde ayarlanır.


Toplumun farklı mal ve hizmetler üretmesini sağlayan farklı kombinasyonlarda (taşlardan inşa edilen fırın ve ateş gibi) kullanılan sermaye miktarını ekonominin sermaye yapısı olarak adlandırıyoruz. Bu yapı ve içerdiği her şey sonradan yaratılmıştır. Yeni sermaye üretimi, üretken yetenekleri ekleyerek veya geliştirerek yapıya katkıda bulunur; bakım yatırımları mevcut sermayenin kullanışlılığını uzatır; ve elden çıkarmalar ve yeniden tahsisler sermayeyi diğer malların üretimine kaydırarak yapıyı ve dolayısıyla ekonominin üretken yeteneğini rafine eder, iyileştirir, ayarlar ve değiştirir. İşte sermaye yapısına sürekli değişim getiren bu eylemler girişimciler tarafından gerçekleştirilir.


Girişimcinin Rolü

Girişimciler geleceğimizi yaratma işindelerdir. Bunu yeni ürünler yaratarak ya da üretimi rafine edip geliştirerek yaparlar. Her iki durumda da mevcut sermayenin kullanım biçimini değiştirerek ya da yeni sermaye yaratarak sermaye yapısında değişiklikler meydana getirirler. Her ikisinde de amaç tüketiciler için daha fazla değer yaratmaktır. Eğer başarılı olurlarsa girişimciler kâr elde ederler. Ancak bu süreçte zaman ve risk de çok önemli bir rol oynar.


Taşlardan basit bir fırın yaratan ve böylece tüketicilere yeni ekmek türleri sunabilen fırıncı gibi, girişimciler de tüketicileri daha iyi tatmin edebileceklerine dair hayaller kurar ve risk üstlenirler. Bu da bir şeyleri değiştirmek için yatırım yaptıkları, değer üretkenliğini artırarak daha fazla değer yaratmaya çalıştıkları anlamına gelir. Mal üretirler çünkü bu malların tüketicilere daha iyi hizmet edeceğine ve dolayısıyla büyük talep göreceğine inanırlar. Böyle bir yatırım başarılı olduğunda, tüketiciler daha düşük maliyetle daha fazla değer elde ederler ve bunun bir kısmı da girişimcilerin elinde kâr olarak kalır. Başarısız olduğunda, yani tüketiciler girişimcilerin sunduklarını onaylamadığında ise yatırım değer kaybeder ve hatta tamamen yok olabilir.


Girişimcilerin karşılaştığı en büyük sorun da üretim çabasının değerinin tamamlanana kadar bilinmemesidir. Girişimci ancak bitmiş mal satıldığında yatırımın zahmete değip değmediğini, yani tüketicilerin malı isteyip istemediğini öğrenir. Buna karşılık, maliyetlere mal tamamlanıp satışa sunulmadan çok önce vâkıf olunur, maruz kalınır ve katlanılır. Bu maliyetlerin yalnızca ekmeğe dönüştürülecek un, maya ve su gibi çıktıyı oluşturan girdiler değil, aynı zamanda fırın, fırın işletmesi vb. gibi ihtiyaç duyulan sermaye de olduğunu unutmamak gerekir. Bir girişimcinin sipariş aldığı ve asıl malı üretmeden önce ödeme aldığı durumlarda bile, henüz üretilmemiş malın bir parçası olarak bazı maliyetler ortaya çıkmaktadır. Bu maliyetler arasında iş kurma, sermaye ile deneye girişme, bir fırının nasıl yapılacağını öğrenme, üretim için bir tarif ya da şablon geliştirme gibi şeyler yer alır. Daha sonra satılabilecek olan malı üretmek için yatırım yapılmalıdır.


Bu sorun genellikle belirsizlik taşıma olarak adlandırılır. Girişimcilik, değer yaratıcı ve kârlı olup olmadığı ya da zarara yol açıp açmayacağı konusunda bilgi sahibi olmadan gelecekteki malları üretmenin belirsizliğini taşımanın ekonomik işlevidir. Üretimi üstlenmeyi ve girişimci yatırımın belirsizliğine katlanmayı haklı ve makul kılan şey kâr potansiyelidir. Bu çabaları ılımlı hâle getiren ve girişimcileri tüketici isteklerine karşı duyarlı olmaya zorlayan ise zarara uğrama olasılığıdır. Ve girişimciler duyarlı olmalıdır, çünkü tüketiciler malları satın alma ve kullanma tercihlerinde özerk ve egemendir, bu da malların değerini yalnızca tüketicilerin belirlediği anlamına gelir.


Herhangi bir malın değeri kullanılmadan önce bilinmediği -bilinemeyeceği- için, girişimciler tüketicilerin neye değer vereceğini tahayyül ettiklerine dayanarak üretime yatırım yaparlar. Fırıncı fırını yarattı çünkü yeni ekmek türlerinin tüketicilere daha iyi hizmet edeceğini hayal ediyordu. Beklenen değerin yüksek olması, fırını geliştirme ve inşa etme maliyetini makul kılmıştır. Fırıncı bu çabayı üstlenerek ekonomide neyin üretildiğini ve üretilebileceğini değiştirmiştir. Gerçekten de girişimcilerin eylemleri, ekonominin sermaye yapısını rafine edip iyileştirerek ve ayarlayarak genel üretimi yönlendirir. Üretken kapasitenin oluşturulması ve hangi malların üretilebileceğinin ve üretileceğinin belirlenmesinde girişimcilik, piyasa sürecini yönlendirir. Üretilen ve bize sunulan tüm mallar, başarılı ve kârlı olsunlar ya da olmasınlar, girişimci sorumlulukların, yani girişimcilerin belirsizliğe katlanmalarının sonucudur.


Ancak, çabalarının sonucu ve anlamı bu olsa da bireysel girişimciler sermaye yapısını genel verimlilik veya sosyal fayda için ayarlama işinde değillerdir. Girişimciler kâr elde etmek için belirli üretken yeteneklere yatırım yaparlar. Ancak tüketicilerin neyi değerli bulacağını anlamak çok zordur, bu da girişimciliğin başarısızlıkla dolu olduğu anlamına gelir. Aslında girişimcilerin görevi, değerli bir şey üretmenin yeterli olmadığı ve aynı zamanda değer açısından birbirlerini geçmelerinin gerektiği piyasalarda daha da zorlaşır. Girişimciler tüketicilere mümkün olan en iyi şekilde hizmet etmek için rekabet ederler.


Girişimciler Hata Yapabilir

Geleceği tahmin etmek çok zordur, ancak girişimcilerin yapmaya çalıştığı şey de budur: Yani tüketicilerin onu değerli bulacağı umuduyla geleceği yaratmak için yatırım yaparlar. Ve bunu diğer girişimcilerin vizyonlarıyla rekabet ederken yaparlar. Dolayısıyla, son derece yüksek bir başarısızlık oranının olması şaşırtıcı olmamalıdır.


Bu durum verimsiz ya da savurgan görünebilir, ancak öyle değildir. Tüketicilerin neye değer verdiği biliniyor olsaydı bu durumun verimsiz ya da savurgan olduğu söylenebilirdi, çünkü geleceğe dair bu tür bir bilgiyle üretim verimlilik sağlayacak şekilde kolayca organize edilebilecektir. Ancak girişimcilik bambaşka bir sorunu çözer. Değer tüketicilerin zihnindedir -önceden bilinmemekle birlikte, tüketiciler isteklerini tatmin etmek için bir malı kullandıklarında bunu tecrübe ederler.


Çoğu zaman, tüketiciler isteklerini en iyi nasıl tatmin edeceklerini kendileri de bilmezler. Bunun yerine girişimciler, kendi yaratıcılıklarına, deneyimlerine ve idraklerine dayanarak tüketicilere hizmet edeceğini düşündükleri bir mal hayal ederler. Hâlihazırda satışa sunulan mallardan daha fazla değer sağlamak ve dolayısıyla kâr elde etme şansına sahip olmak için girişimcilerin tüketicilerden bir adım önde olması ve onlara belki de düşünmedikleri değerli bir çözüm sunması gerekir. Bu konuda Henry Ford’un şöyle söylediği düşünülür: “İnsanlara ne istediklerini sorsaydım, ‘daha hızlı atlar’ cevabını alırdım.”² Gerçekten de çoğu insan muhtemelen sadece daha hızlı atlar istediklerini düşünüyordu, ancak Ford atsız arabaların tüketicilere daha yüksek değer sunacağını hayal etti ve otomobilleri tüketicilerin satın alacağı fiyatlarla sunmayı başardı.


Gerçek şu ki tüketiciler, hangi malları istediklerini söyleyebilsinler ya da söyleyemesinler, her zaman kendilerine sunulan mallar arasında seçim yaparlar. İşte o zaman tüketiciler egemenliklerini kullanırlar: Yani girişimciler tüketicileri herhangi bir şeyi satın almaya zorlayamazlar, sadece tüketicilerin değer verdiği ve dolayısıyla seçtiği malları üretebilirler.


Bir tüketici için hesap basittir ancak girişimcilerin bunu öngörmesi ve karşılaması oldukça zordur. İlk olarak, malın tüketicinin sahip olduğu bazı istekleri tatmin ederek değer sunması gerekir. Girişimcinin sunduğu şeyin tüketici için bir değeri yoksa, o zaman bu bir mal değildir.


İkinci olarak, mal, bir isteği tatmin etmek için, aynı isteği tatmin etmek için sunulan diğer mallardan daha iyi, daha değerli bir araç sunmalıdır. Eğer sunmuyorsa, o zaman mal etkisizdir ve o isteği tatmin etmek için daha az değerlidir. Sonuç olarak, girişimci tüketiciye değer katmak için malı daha düşük bir fiyattan sunmalıdır.


Üçüncü olarak, mal, diğer istekleri tatmin etmeyi vaat eden mallardan daha yüksek bir değer sunmalıdır. Girişimciler tüketicilerin parası için rekabet eder.


Dördüncü olarak, mal, tüketicinin parasını elinde tutup gelecekte başka bir şey satın almak yerine şimdi satın alması için yeterli değeri sunmalıdır.


Girişimci, tüketici değerlemesinin tüm bu katmanlarına uygun olarak değer sağlamalıdır.


Girişimcilerin son derece zor bir işe kalkıştıklarını söylemeye gerek yok. Bunu yaparlar çünkü sonunda bir şekilde kâr edeceklerine inanırlar. Ancak kâr etseler de etmeseler de değer yaratma girişimleri diğer girişimcilere ve genel olarak ekonomiye çok önemli bir hizmet sağlar (ekonomik hesaplamayı yedinci bölümde ele alacağız). Girişimciler kendi bilgi ve hayal güçlerine -tüketicilere en iyi nasıl hizmet edebileceklerine- dayanarak rekabet ederken ekonominin geneli için bilgi yaratırlar. Girişimcilerin tüketicilerin neye değer verdiğine dair keşifleri, kârlarla tanımlanır ve yeni girişimcilere çabalarında yol gösterir. Benzer şekilde kayıplar da diğer girişimcilere farklı bir şey denemeleri gerektiğini gösterir. Sonuç olarak, her girişimci sorumluluğu ve hamlesi, önceki girişimcilerin bilgi ve deneyimlerinden faydalanabilir. Bu da girişimcilik değeri üretimini kümülatif hâle getirir: Başarılar artar ve gelecekteki üretim için atlama taşları hâline gelir; hatalar ayıklanmış olur.


Ancak başarısız girişimcileri küçümsemek de yanlış olur. Başarısız olsalar ve zarar etseler bile, neyin işe yaramadığına dair bilgi sağlayarak ekonomiye paha biçilmez bir hizmet sunmuşlardır. Bu, diğer tüm girişimciler için değerli bir bilgidir. Girişimciler başarısız oldukça, yatırdıkları kaynaklar -sermaye- diğer girişimciler için kullanılabilir hâle gelir ve onlar da kendi üretimlerini artırabilir ya da yeni bir şey deneyebilirler.


Özetle, girişimciler geleceğimizi yaratarak tüketicilere hizmet ederler. Bunu yeni, hayallerle tasarlanan mallar için fikirler deneyerek ve bunların beklenen değerine göre işçilere ücret ödeyerek ve yeni sermaye geliştirerek yaparlar. Girişimciler seçimlerinde hata yaptıklarında, bu yatırımların zararını kişisel olarak çekerler. Bu kayıp, üretime yaptıkları yatırımların, yani çalışanlara ödenen ücretlerin ve sermaye tedarikçilerine ödenen bedellerin toplamıdır.


Altıncı Bölüm: Değer, Para ve Fiyat

Buraya kadar ekonomi hakkındaki tartışmamız yalnızca değer perspektifinden yapıldı. Değer, eylemlerimizin nihai amacı ve davranışlarımızı motive eden şeydir. Değer kişiseldir -subjektiftir-, yani bir isteğin tatmin edilmesinden kaynaklanır. Açsak yiyecek tüketiriz; kendimizi yalnız hissediyorsak bir arkadaşımızı ziyaret edebiliriz.


Değer, bazı sıkıntıların, huzursuzlukların, rahatsızlıkların (örneğin açlık ya da yalnızlığın) giderilmesi ya da tatmin edilmesidir ki bu da bizi daha iyi bir duruma getirir. Tatminleri kıyaslayabiliriz, örneğin portakalları elmalardan daha çok sevdiğimizi ve armutları her ikisinden de daha çok sevdiğimizi söyleyebiliriz. Kendi kişisel tatminlerimiz açısından basit değer kıyaslamaları tartışmaya açık veya problematik değildir. Hem aç hem de susuzsak, her birini ne kadar acil hissettiğimizi göz önünde bulundurarak önce hangi sıkıntıyı gidereceğimize hızlıca karar verebiliriz. Ancak kıyaslamalar yapabilmemize ve hangi tatminin daha üstün olacağını belirleyebilmemize rağmen, hiçbir değer birimi yoktur.


Değeri Ölçme Problemi

Belirli bir eylemde bulunarak yaşadığımız sıkıntının ne ölçüde ortadan kalktığını ölçemeyiz. Bunun getirdiği tatmin veya doyum, birimi veya kesin ölçüsü olmayan, deneyimlediğimiz bir duygudur. Portakalları elmalardan 2,5 kat, armutları da portakallardan 1,3 kat daha fazla sevdiğimizi söylememiz mümkün veya makul değildir.


Farklı insanların subjektif değerlendirmelerini kıyaslayamayız çünkü deneyimledikleri tatminler kişiseldir. Adam’ın armutları sevmesinin Beth’in armutları sevmesinden %20 daha fazla olduğunu söylemek saçmadır. Belki de Adam armutları “çok” sevdiğini haykırırken, Beth onları hiç umursamıyordur. Eğer gerçekten böyle hissediyorlarsa, Beth Adam’a armudunu vermeyi teklif edebilir. Ancak bu, yine de her ikisinin de armutlara ne kadar değer verdiğinin bir ölçüsü olmadığı gibi, evrensel bir memnuniyet birimi kullanılarak yapılan bir kıyaslama da değildir. Beth Adam’a armut vermeyi değerli buluyor, belki de Adam’a yönelik duyguları güçlüdür ve onun armut sevdiğini biliyordur. Ancak bu bize Beth’in -ya da Adam’ın- armudu saklamaya ya da vermeye ne kadar değer verdiği hakkında hiçbir şey söylemez.


Ölçü eksikliği, sosyal bir ortamda -özellikle de uzun, uzmanlaşmış üretim süreçlerine sahip gelişmiş ekonomilerde (ki bunu yedinci bölümde ele alacağız)- değeri problematik veya tartışmalı hâle getirir. Bu durumda mümkün olduğunca fazla değer elde edebilmek için kıt kaynaklardan nasıl tasarruf edebiliriz?


Örnek vermek gerekirse, 45 kişinin susuzluğunu giderecek kadar suyun ve 30 kişiyi doyuracak kadar gıdanın olduğu 150 kişilik küçük bir topluluğu göz önüne getirelim. Hangi 45 kişinin “en susamış” ve hangi 30 kişinin “en aç” olduğunu nasıl belirlersiniz?³


Bu topluluk su ve gıdayı üretime yatırım yapmak için kullanmaya karar verebilir, bu da daha fazla değer yaratmalarını sağlayabilir. Şayet 10 kişiye 3 gün yetecek kadar su ve yiyecek verilirse, bu kişiler doğada kaynak aramaya gidip daha fazla su ve yiyecek bulabilir ve bunları diğerlerine geri getirebilir. Bu toplum bu yatırımı yapmalı mıdır? 10 kişilik bir grubu mu yoksa her biri 5 kişiden oluşan iki grubu mu arama yapmak üzere farklı yönlere göndermelilerdir? Yeni elde edilen su ve yiyeceği teslim almak için kimi seçmelilerdir? Geriye kalan su ve yiyeceği kalan nüfus arasından kimler almalıdır? Bu tür karşılaştırmalar bir değer ölçüsü gerektirir, ancak değer kişisel bir deneyim olduğu için bir değer ölçüsü yoktur. Bu tasarruf problemine bir çözüm yoktur.


Piyasalar bu açmazı, objektif [nesnel] sosyal göreceli değerler sağlayan (daha detaylı bilgi ilerleyen bölümlerde gelecek) ve dolayısıyla değerli mallar açısından kıyaslama ve tasarruf yapmaya olanak tanıyan para ve fiyatları kullanarak çözer. Armut bize portakalın 1,3 katı kadar pahalıya mal oluyorsa, satın alma gücümüzü mümkün olduğunca fazla tatmin elde etmek için nasıl kullanacağımıza, mesela armut mu alacağımıza, portakal mı alacağımıza ya da her ikisinin bir kombinasyonunu mu tercih edeceğimize kolayca karar verebiliriz. Bu tür kıyaslamaları bireysel olarak yapabileceğimiz gibi ortaklaşa da yapabiliriz. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi, para ve fiyatlar bir ekonomi için elzem ve vazgeçilmez unsurlardır. Onlar olmadan hayatımızı sürdüremeyiz.


Paranın Kullanımı

Hem para hem de fiyatlar konusunu hafife alma eğilimindeyiz. Bunlar o kadar evrensel olarak mevcuttur ki, çoğu kişi parayı bir değer ölçüsü olarak düşünür. Hatta değerin kendisini bile para cinsinden düşünürler. Aslında bu bir hatadır.


Para yaygın olarak kullanılan mübadele aracıdır ve bu işlevi yerine getirdiği için bizim gözümüzde bir değeri vardır. Paraya, bizim için yapabildiklerinden dolayı diğer mallara verdiğimiz değer gibi değer veririz. Ancak bize değer sağlayan şey kâğıt ve madenî paraların kendileri değil, bunları istediğimiz şeyi satın almak için kullanabileceğimiz beklentisidir. Bu da paranın işe yaradığı anlamına gelir çünkü biz onu bu şekilde tanırız ve bu nedenle mübadelede kabul ederiz. Paranın satın alma gücü vardır. Parayı değerli kılan, malları satın alabileceğine olan inançtır. Parayı mal satın almak için kullanamayacağımıza inansaydık -ve belki de başkalarının bunu kabul etmeyeceğine inansaydık- o zaman biz de parayı kabul etmezdik.


Yani para, insanlar onu para olarak gördüğü için paradır. Bu anlamda para büyük ölçüde kendi kendini güçlendiren bir sosyal kurum niteliği taşımaktadır. Hepimiz onu kullanma deneyimine sahibiz ve dolayısıyla bir şeyin para olmasının ne anlama geldiğine dair bir fikrimiz vardır. Ancak bu, paranın ne olduğunu, niçin olduğunu ya da nasıl ortaya çıktığını açıklamaz.


Bir şeyi para olarak kabul etmenizi neyin sağlayacağını düşünün. Ya da asıl meseleye gelelim: Para kullanmayan bir topluma bir şeyi para olarak kabul ettiren şey nedir? Paranın değeri, başkalarının onu mübadelede kabul edecek olması olduğundan, para olmayı amaçlayan hiçbir şey başlangıçta para olarak bir değere sahip olmayacaktır. Bir şey ancak mübadelede geniş çapta benimsendikten sonra para olarak kabul edilir, daha önce değil.


Bu durum birçok kişinin, paranın mübadelelerde kullanılması için tepeden inme bir kararname veya ferman ile dayatılmış olması gerektiğini ileri sürmesine yol açmaktadır. Buradaki fikir, bir devlet başkanının para kavramını icat ettiği ve ticareti (ya da belki de vergilerin ödenmesini) kolaylaştırmak için uygulamaya koyduğudur. Ancak bu “açıklama” şu noktayı gözden kaçırmaktadır: Eğer bir şey zaten para değilse, insanlar onu gönüllü olarak mübadelede kabul etmeyecektir. Dolayısıyla para olarak kabul edilmeden önce ya hiç değeri yoktur ya da çok az değeri vardır.


Bir kararname bir para yaratmaz; yalnızca bir yükümlülük veya bir zorunluluk ya da bir borçlanma ve yaptırım aracı yaratır ki bu da uygulamanın ya da yürütmenin kapsamı ile sınırlıdır. Bununla birlikte, bir hükümetin hâlihazırda var olan bir parayı yavaş yavaş ele geçirmesi ve tekelleştirmesi tamamen olasıdır, ki bunun gerçekleştiğini daha önce gördük. Günümüzdeki para birimlerinin çoğu devlet tekelindeki paralardır, ancak paranın icat edilme ya da mübadele aracı olarak kabul görme şekli bu değildir, sadece paranın geldiği son nokta bu olmuştur. Paranın ekonomik işlevi basitçe tepeden inme bir şekilde yaratılamaz.


İnsanlar malları kendi çıkarları uğruna mübadele etmeyi seçerler, bu da gönüllü mübadelenin tarafların karşılıklı çıkarları için gerçekleşmesi gerektiği anlamına gelir. Yani her iki taraf da daha iyi durumda olmayı umar, aksi takdirde mübadelede bulunmayı tercih etmezlerdi. Kendileri için doğrudan değerli olmayan bir şeyi kabul etme zorunluluğu -örneğin henüz para olarak kabul edilmemiş bir para biriminin dayatılması- insanların ticaret yapma isteğini azaltacaktır. Sonuçta, sahip olduğunuz eşyalar için “ödeme” olarak taşları kabul etmek zorunda kalsaydınız, muhtemelen onları satışa sunmaktan kaçınırdınız. Size bir ton taş teklif etsem bile, bunları eviniz ya da arabanızla takas etmezsiniz. Neden değerli bir malı istemediğiniz bir şeyle takas edesiniz ki? Dolayısıyla, vergilerinizi taş kullanarak ödemeniz gerekse bile, taş ticaretinizi bu görevi yerine getirmekle sınırlarsınız, bundan ötesiyle değil. Malların taşlarla takas edildiği piyasa çok sınırlı olacaktır.


Bu tür takaslar ancak teklif edilen ödemenin gerçek para olması hâlinde tercihe bağlı olarak gerçekleşecektir. Paranın olmadığı bir toplumda insanlar sadece paranın satın alma gücüne karşı güvensizlik beslemekle kalmaz, aynı zamanda bu kavramın kendisini de anlamazlar. Taş Devri’nden kalma bir insana baltası ya da yiyeceği karşılığında bir deste dolar ya da altın sikke teklif ettiğinizi bir düşünsenize...


Paranın Ortaya Çıkışı

Para ekonomik bir kavramdır. Dolar banknotları kendi başlarına para değildir, fakat para dolar banknotları şeklinde var olabilir. Ancak, bu banknotlar sadece para olarak kabul edildikleri için ve kabul edildikleri sürece paradır. Bu durum başka ülkelere seyahat ettiğimizde açıkça ortaya çıkar çünkü bir ülkede para olan başka bir ülkede para olarak kabul edilmeyebilir. İsveç’te herkes para olarak kabul etse bile Avusturya ya da Amerika Birleşik Devletleri’nde ödeme yapmak için İsveç kronu kullanamazsınız.


Paranın tarihsel kökenleri hakkında çok az şey biliyoruz, ancak kavram gayet açıktır. Ekonomist Carl Menger bir takas ekonomisinin nasıl para ekonomisine dönüşebileceğini ortaya koymuştur. Menger’in açıklaması herhangi bir merkezî planlamacı ya da kararname gerektirmez; para kendiliğinden ortaya çıkar. Bu önemlidir çünkü ekonomik bir kavram olarak paranın anlamı ve rolü hakkında fikir verir.


Takas ekonomisinde insanlar malları mallarla takas ederler. Bu ekonomi bariz sınırlamalardan muzdariptir, çünkü para dediğimiz şeyin kullanılmadığı durumlarda her mübadele her iki tarafın da istedikleri bir şeyi istedikleri miktarda temin edebilmelerine bağlıdır. Başka bir deyişle, satılık yumurta sunan ve tereyağı almak isteyen birinin, tereyağı satan ve karşılığında yumurta isteyen birini bulması gerekir. Bu da potansiyel ticaret yapabilecek tarafların sayısını büyük ölçüde sınırlar.


Mallar dayanıklılık ve boyut bakımından farklılık gösterdiğinden, takas ekonomileri iş bölümüne dayalı üretken ekonomilere dönüşememiştir. Yeni tasarladığı sürat teknesini satmak isteyen bir tekne imalatçısını düşünün. Yumurtaya ihtiyacı olsa bile mübadelede binlerce yumurtayı kabul etmesi çok zordur; zira kısa sürede bozulur ve işe yaramaz hâle gelirler. Dolayısıyla, tam olarak istediği ve tekne için satmaya istekli olduğu ürün setini sunan birini bulması gerekecektir. Tarafların ayrıca fiyatlar üzerinde de anlaşması gerekir: Mesela, tekne için kaç yumurta?


İnsanlar daha iyi durumda olmak için malları mübadele ederler, yani değer için ticaret yaparlar. Menger, insanların takasın sınırlamalarını aşmak için mutlaka birtakım yollar arayacaklarını belirtmiştir. Eğer mandıracı tereyağı karşılığında yumurtalarımı kabul etmek istemiyorsa ama ekmek kabul edeceğini biliyorsam, o zaman ekmek karşılığında yumurta takası yapmak için fırıncıya yaklaşabilirim -ve fırıncı kabul ederse, ekmeği tereyağı ile takas edebilirim. Başka bir deyişle, ekmek istediğim için değil, ekmeği tereyağı elde etmek maksadıyla kullanmak istediğim için yumurtaları ekmekle değiştiririm. İlk takasım, doğrudan fayda sağladığım ikinci takası kolaylaştırır.


Örneğin çilek isteseydim, çilek teklif eden kişi yumurtalarımı istemeyip başka bir şey kabul ederse aynı prosedürden geçmem gerekirdi. Çilekle takas etmek için yumurtalarımı o başka şey karşılığında satardım. Yumurtalar bazı durumlarda işe yarasa da hepsinde işe yaramayacaktır. Ama diyelim ki bazıları ekmek karşılığında aynı farklı malı kabul ediyor. Bunu bilerek, yumurtalarımı ekmekle değiştirebilirim çünkü bir sonraki market alışverişimde ekmeğin daha faydalı olacağına inanıyorum. Menger’in terimleriyle, yumurtalarımı sırf mübadelede kullanmak amacıyla daha satılabilir bir mal elde etmek için satıyorum; yumurta benim için sadece asıl mübadeleleri kolaylaştırmak gibi dolaylı bir amaca hizmet ediyor. Dolayısıyla, hoşuma gitmese ve hatta alerjim olsa bile ekmek edinmem mantıklıdır.


İnsanlar ürünlerini daha satılabilir mallarla takas ettikçe, daha satılabilir mallar daha çok aranır hâle gelir çünkü birçok malın satın alınmasında kullanılabilirler. Ve daha fazla insan bu malların mübadele aracı olarak ne kadar faydalı olduğunu fark ettikçe, daha fazla insan kendi mallarını (ben yumurtalarımı, mandıracı tereyağını, vesaire) bu daha satılabilir mallar karşılığında satar. Sonunda, insanların tasarımıyla değil ama eylemleriyle, bir ya da birkaç mal yaygın olarak kullanılan mübadele araçları olarak ortaya çıkar. Bu mallar, kendi başlarına mal oldukları için değil, öncelikle mübadele aracı oldukları için değer görürler.


Paranın Önemi

Para ekonomisinde, malları ödemek için para kullanırız ve fiyatları kolayca kıyaslayabiliriz çünkü hepsi aynı birimle, yani para birimiyle ifade edilir. Ancak, önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, fiyatlar aslında değişim oranlarıdır. Para, bizi takas usulü ticaretin sınırlamalarının üzerine çıkararak ticareti kolaylaştıran bir aracı görevi görür.


Paranın varlığı, insanların mal cinsinden alış ve satışlarını birbirinden ayırır. Malların değişim değerini evrensel satın alma gücü hâline getirir. Başka bir deyişle, mallarımı veya hizmetlerimi bir kişiye satabilirim ama karşılığında elde ettiğim (para olarak) satın alma gücünü başka birinden mal veya hizmet satın almak için kullanabilirim. Bu durum çok basit görünüyor çünkü buna alışkınız. Ancak bunun sonuçları çok büyüktür.


Takas ticareti altında, istihdam ancak bir işverenin, bir çalışanın ödeme olarak kabul edeceği belirli malları sunabileceği durumlarda mümkün olacaktır. İşverenlerinizin emeğinizin karşılığını para olarak değil de giysi, hijyen ürünleri, kitap, seyahat, mobilya gibi belirli mallarla ödediğini düşünün. Bu durumda en çok arzu edilen ürün setini sunan bir işveren bulmanın neredeyse imkânsız olacağını görmek kolaylaşacaktır. Bu da muhtemelen işe girmek için mükemmel olmaktan uzak bir ürün setine razı olmanız gerektiği anlamına gelecektir. Bunun yerine bu malların değişim değerini, yani satın alma gücünü (parayı) alır ve tercih ettiğiniz malları satın almak için kullanırsanız çok daha iyisini yapabileceksinizdir.


Dolayısıyla para bir kolaylıktan çok daha fazlasıdır; mübadelelerin gerçekleşmesi ve modern ekonomide kanıksadığımız gelişmiş, uzmanlaşmış üretim süreçleri için elzemdir. Para hem alıcı hem de satıcı olarak çabalarımızı birbirinden ayırdığı için büyük ölçekli üretim, tedarik zincirleri ve uzmanlaşma mümkün olmaktadır. Bu ayrışma sayesinde, sadece tüketmek istediğimiz şeyleri üretmek yerine iyi yaptığımız şeylerde de uzmanlaşabiliyoruz. Sonuç olarak, üretim çabalarımızı en büyük farkı nerede yarattığımıza, yani toplum için en fazla değeri nerede yarattığımıza odaklayabiliriz. Eğer para olmasaydı, bu kadar üretken olamazdık.


Ayrıştırma aynı zamanda elde ettiğimiz satın alma gücünü -üretim için bize ödenen parayı- en değerli bulduğumuz şey için kullanabileceğimiz anlamına geliyor. Para, takas yoluyla asla gerçekleştiremeyeceğimiz isteklerimizin peşinden gitmemizi mümkün kılar. Paraya sahip olmanın ve kullanmanın sonucu sadece üretimin büyük ölçüde artması değil, aynı zamanda daha değerli tüketimin peşinden gidebilmemiz anlamına da gelir. Çünkü üretimin büyük ölçüde artması, değerli tüketim olanaklarını da arttırır. Ve ne kadar çok değer üretirsek, karşılığında o kadar çok satın alma gücü elde ederiz.


Para ekonomisinde eylemde bulunan herkesin en çok değer verdiği malların peşinden gidebilmesi ve başkalarının da en çok değer verdiği malları üretebilmesi sayesinde toplamda daha fazla değer ortaya çıkar. Böylelikle para ekonomisinde takas ekonomisine kıyasla çok daha iyi durumdayızdır.


Parasal Fiyatlar

Para, fiyatların kıyaslanmasını kolaylaştırır. Fiyatlar her bir malın diğer tüm mallara göre “fiyatlandırıldığı” oranlar şeklinde ifade edilmek yerine para cinsinden ifade edilir.


Bir takas ekonomisinde, tereyağı almak için yumurta ile ekmek satın almam, üç tarafın da değişim oranlarını belirlemesini gerektirir. Fırıncıdan alacağım üç dilim ekmek karşılığında bir düzine yumurta takas edebilirim. Bu işlemde bir dilim ekmeğin fiyatı dört yumurta, bir yumurtanın fiyatı ise çeyrek dilim ekmek olacaktır. Daha sonra iki dilim ekmek karşılığında bir kilo tereyağı satın almak için ekmeği kullanabilirim, böylece tereyağının ekmek fiyatı kilo başına iki dilim, ekmeğin tereyağı fiyatı ise dilim başına yarım kilo olur.


Her iki işlemin de bir tarafı olarak bir kilo tereyağının “fiyatının” sekiz yumurta olduğu sonucunu çıkarabilirim. Bu bir basitleştirmedir, çünkü mandıracı mübadelede yumurta kabul etmez. Sorun şu ki, buradaki tüm malların fiyatları diğer tüm malların oranları olarak ifade edilmektedir. Örneğin, mandıracı bir kilo tereyağı karşılığında sekiz kâse çilek de kabul ediyorsa, o zaman bir kilo tereyağının fiyatı ya iki dilim ekmek ya da sekiz kâse çilek olacaktır. Bu tür oranlar (ayni fiyatlar) olası herhangi bir mübadeledeki tüm mal kombinasyonları için belirlenebilir. Ama bunları nasıl karşılaştırabiliriz? Ortak bir payda olmaksızın, bu fiyatların hepsi düz tutulması veya anlamlandırılması zor olan benzersiz değişim oranlarıdır.


Yukarıdaki örnekte ekmeğin para olarak ortaya çıktığını varsayalım. Bu, mübadele aracı olarak hizmet eden ekmeğin neredeyse her işlemin bir tarafı hâline geldiği anlamına gelir. Başka bir deyişle, tüm malların fiyatları ekmek cinsinden ifade edilebilir -çünkü ekmek karşılığında takas edilirler. Yani yumurtalarımı ekmek karşılığında satabilirim ve ekmeği tereyağı ve çilek almak için kullanabilirim. Ekmek ortak payda olduğu için fiyatları kolayca kıyaslayabilir ve isteklerimi en iyi karşılayacak malı satın alabilirim. Şimdi, ekmek para olduğu için, tüm mal satıcıları onu ödeme olarak kabul edeceklerdir çünkü ekmeğin kendisinden değil de satın alma gücünden faydalanmak istemektelerdir.


Eğer bir kilo tereyağı iki dilim ekmeğe mal oluyorsa ve bir dilim ekmek iki kâse çilek alıyorsa, o zaman fiyatları kıyaslamak benim için kolaylaşır. Bir düzine yumurtam için ödediğim üç dilim ekmekle bir buçuk kilo tereyağı, altı kâse çilek ya da başka bir kombinasyonu satın alabilirim. Şimdi tek yapmam gereken hangi seçeneğe daha fazla değer verdiğimi tespit etmektir. Her bir dilim ekmek için en fazla değeri nasıl elde edeceğimi kolayca hesaplayabilirim.


Bu para ekonomisinde, tüm mallar ekmek cinsinden fiyatlandırılır ve ekmek de tüm mallar cinsinden fiyatlandırılır. Ekmek mübadele aracı olduğu için, (bir dilim) ekmeğin satın alma gücünün yarım kilo tereyağı, iki kâse çilek, dört yumurta vb. olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak, toplumdaki herkes için bir şeyin “buna değer” olup olmadığını belirlemek artık çok daha kolaydır.


Bunu söylemenin bir başka yolu da bir dilim ekmek için iki kâse çilek satın almanın fırsat maliyetinin, o dilim ekmek için satın alınabilecek diğer her şeyin değeri olduğudur: Yani yarım kilo tereyağı, dört yumurta ve benzerleri. Açıkçası, bize en büyük tatmini sağlayacağını düşündüğümüz mevcut malı satın almayı tercih ederiz. Herkes bir değer arayışında olduğundan -ve para sayesinde fiyatları düzgün bir şekilde kıyaslayabildiğinden- eylemlerimiz üretilen mallar için örtülü bir teklif oluşturur. Bir malı belirli bir fiyattan satın alma isteğimiz ve yeteneğimiz talebimizi meydana getirir.


Bir mal için en yüksek teklifi veren, o malı ilk önce alacak ve ondan mahrum kalmak zorunda olmayacaktır. Mal için daha az para teklif edenlere, satıcıların artık sunulan ekmeğin bu kadar değerli olmadığını düşündükleri andan itibaren mal ve hizmet sunulmaya başlanacaktır. Bir mala ne kadar çok insan değer verirse, piyasa fiyatı da o kadar yüksek olur. Ve maldan ne kadar çok satılırsa, piyasa fiyatı o kadar düşer.


Benzer şekilde, alım ve satım çabalarımız birbirinden ayrıldığı için, karşılığında bize en çok para kazandıracak şeyi üretebiliriz. Artık emeğimizi daha fazla beceri ve uzmanlığa sahip olduğumuz ve para olarak en yüksek ödemeyi alabileceğimiz yerlerde harcayabiliriz. Bunun anlamı, kendimize (daha yüksek ödeme ile) fayda sağlamak için, tüketicilerin en çok değer verdiği şekilde ekonomiye katkıda bulunmayı seçmemizdir. Bir piyasa ortamında, hizmetlerimiz karşılığında bize sunulan satın alma gücü, piyasaya parasal fiyatlarla katkıda bulunduğumuz değerle orantılı olma eğilimindedir.


Sonuç olarak, serbest piyasa, üretime en fazla değer katanlara en fazla satın alma gücünü sağlar, bu da onların tercih ettikleri mal ve hizmetleri satın alarak kendi isteklerini tatmin etme konusunda daha fazla kabiliyete sahip oldukları anlamına gelir. Satın alma gücü ve dolayısıyla tüketim gücü, yani insanların mallar aracılığıyla isteklerini tatmin edebilme düzeyi, nihayetinde kişinin ekonomiye (bir üretici olarak) yaptığı katkının bir yansımasıdır. Basitçe ifade etmek gerekirse, arz ettiğimiz şey talep etme kabiliyetimizi oluşturur.


İtibari Para Birimi ve Fiyat Enflasyonu

Yukarıdaki tartışma ekonomi açısından para kavramını emtia para [mal para] çerçevesinde açıklamıştır. Tarihsel açıdan bakıldığında ise farklı toplumlarda farklı şeylerin, yani taşların, deniz kabuklarının, sığırların ve benzerlerinin para olduğu görülmektedir. Avrupa ve ötesinde de altın ve gümüş evrensel, uluslararası para olarak ortaya çıkmıştır.


Bugün kullandığımız kâğıt para, değerli metal paraların ve bankacılığın bir evrimidir. Süreç şu şekilde işlemiştir: Bankalar insanların paralarını saklamak için kasalarında boş yerler satarlar. Para ikame edilebildiği, birbiriyle değiştirilebildiği için, yani bankadan aynı altın ya da gümüş sikkeyi geri almanın bir önemi olmadığı için, bankalar tüm müşterilerinin paralarını aynı kasada tutabilir ve her müşterinin yatırdığı para miktarı üzerinden makbuz kesebilir. Bu makbuzlar madenî paraya [sikkeye] çevrilebildiğinden, insanlar bunları bankaya götürüp bozdurmak yerine mübadelede doğrudan kullanabilirler. Elinde bir makbuz bulunanlar bunu kendi bankalarına yatırabilir ve bu banka da makbuzu veren bankadan talepte bulunabilir. Düzenli aralıklarla, bankalar alacaklı oldukları net altın ve gümüşü taşıyarak tüm alacaklarını tahsil eder ve böylece herkesi büyük bir zahmetten kurtarmış olurlar.


Ancak bu uygulamanın şöyle bir dezavantajı vardır: Bankalara kasalarındaki paradan daha fazla makbuz kesmeleri için bir teşvik sağlar. Makbuzların hepsi aynı anda itfa edilmediğinden [paraya çevrilmediğinden] ve para birbiriyle değiştirilebilir olduğundan, bu uygulama bankalara haksız satın alma gücü [kazanç] sağlayabilir.


Serbest bankacılık sisteminde bu tür suistimaller muhtemelen daha düşük bir seviyede tutulabilecektir. Bir banka bu ek “nakit” makbuzları ancak söz konusu yöntem fark edilmediği ve banka itibarını koruyabildiği sürece düzenleyebilir. Ancak bu makbuzların sahipleri bankanın kasasında yeterli para olup olmadığından emin olmadıkları -bankanın ödeme aczine düştüğü- anda makbuzlarını itfa etmek [paralarını çekmek] için harekete geçeceklerdir. Tarihsel olarak, bankaların itibarlarını kaybettikleri ve müşterilerinin paralarını çekmek için akın ederek bankanın batmasına neden oldukları birçok örnek vardır. Eğer banka paraya çevirebileceğinden daha fazla makbuz kesmişse, bu bankaya hücum hâli bankayı iflas ettirir.


Bir bankanın aşırı kâğıt para ihracı nedeniyle iflas etmesi, bankaların alacaklarını takasa koymalarında da ortaya çıkabilir. Bir takas odası bankaların bakiyelerini belirler ve hesapları dengelemek için bir bankadan diğerine ne kadar para aktarılması gerektiğini hesaplar. Eğer bir banka piyasaya gereğinden fazla kâğıt para sürerse, bu durum hesap işlemleri takası sırasında ortaya çıkacaktır çünkü diğer bankaların bu bankadan alacakları vardır ve bu bankadan kendilerine gerçek para göndermesini talep ederler ki bu para da bankada mevcut olmayabilir. Dolayısıyla fazla kâğıt makbuz kesilmesi hem müşteriler hem de rakip bankalar tarafından fark edilebilir. Yakalanma riski ki bu iflas anlamına gelir, oldukça yüksektir.


Modern zamanlarda, paraların çoğu hükümetin merkez bankası tarafından çıkarılan ulusal tekel para birimleridir ve örneğimizdeki makbuzlar gibi hiçbir dayanakları yoktur. Olayların bu şekilde gelişmesi kısmen hükümetin bankaların batması sorununu çözme girişimi, kısmen de para basma gücünden yararlanma amacı ile açıklanmaktadır. Para basma tekelini elinde bulunduran hükümet/merkez bankası, görünürde hiçbir maliyet olmaksızın kendisine satın alma gücü sağlayabilir.


Ancak, yukarıda gördüğümüz gibi, bir paranın satın alma gücü, para ile mevcut mallar arasındaki ilişkide ifade edilir. Yeni para piyasadaki malları satın almak için kullanıldıkça, fiyatlar normalde olması gerekenden daha fazla artar çünkü dolaşımda daha fazla para vardır. Bu durumda, piyasaya yeni para girdiğinde fiyatlarda genel, ancak tekdüze olmayan bir artış görürüz. İşte buna fiyat enflasyonu denir.


Hükümetin parayı yasal olarak tekeline almasıyla yaratılan itibari para birimi de enflasyonist olma eğilimindedir. Hükümetin matbaa aracılığıyla kendisine satın alma gücü sağlaması, insanları vergilendirmesinden daha kolaydır. Ancak sonuç olarak paranın satın alma gücü düşer, bu da insanları nispeten daha fakir yapar ve sermaye yapısını bozar (ki bunu üçüncü bölümde de görmüştük). Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, para kaynaklı bu tür bir bozulma ekonomiye zarar verir ve nihayetinde boom-bust olarak da bilinen ani yükseliş ve çöküş döngüsüne neden olur (bu konu sekizinci bölümde ele alınacaktır).


Yedinci Bölüm: Ekonomik Hesaplama

Bir önceki bölümde tartıştığımız gibi para, takas usulü ticarette pratik olmayan ya da imkânsız olan pek çok mübadeleyi mümkün kılmaktadır. Bunun sonucunda da daha iyi durumdayız. Ancak paranın genellikle göz ardı edilen ya da yanlış anlaşılan daha büyük etkileri vardır. Bunların başında, kıt kaynakların mümkün olan en değerli sonuçları üretmek için nasıl kullanılması gerektiğini belirleme süreci olan ekonomik hesaplama gelir. Ekonomik hesaplama her ekonominin özünü oluşturur.


Girdiler ve çıktılar göz önüne alındığında, bir üretim sürecinin sonuçlarını maksimize etmek ve bu tür bir üretim için uygun olmayan girdileri reddetmek maksadıyla teknolojik bilgi birikimini kullanabiliriz. Ancak hangi girdinin kullanılacağı, hangi üretim sürecinin gerçekleştirileceği, hangi üretim teknolojilerinin daha iyi (daha yüksek değerli) sonuçlar üreteceği ve hangi sonuçlar için çaba gösterileceği temelde ekonomik kararlardır.


Örneğin, teknolojik bilgi bize altının demiryolu rayları için kullanılamayacak kadar yumuşak olduğunu söyleyebilir. Ancak hangi sert metalin kullanılmasının en uygun -en değerli- olduğunu söyleyemez: Bu metal demir mi olur, çelik mi, yoksa platin mi? Bu sorunun cevabı, bu metallerin başka ne için kullanılabileceğini, bu kullanımların ne kadar değerli olduğunu ve her metalden ne kadar bulunduğunu bilmeyi gerektirir. Ayrıca teknolojik bilgi bize demiryolunun ne zaman, nasıl inşa edileceğini ya da edilip edilmeyeceğini söyleyemez. Demiryolu nereye inşa edilmelidir? Hiç inşa edilmemeli mi yoksa kaynaklar başka bir tür altyapı ya da tamamen başka bir şey inşa etmeye mi yönlendirilmeli? Bunların hepsi ekonomik sorulardır ve göreceli değer çıktılarına ilişkin hesaplamalarımıza dayanırlar.


Teknolojik açıdan mükemmel olmaktan uzak bir metal, zaman zaman yeni raylar döşenmesini gerektirse bile aslında en iyi seçim olabilir. Teknoloji bağlamında en iyi çözüm, üretim maliyetinin değer çıktısı hakkında bize çok az bilgi verir ve hatta hiç bilgi vermez. Ekonomik hesaplama olmadan, bir ekonomi kıt kaynaklardan tasarruf edemez.


Para, piyasa ekonomisinde temel bir mekanizma olan ekonomik hesaplamayı ortak bir birim görevi görerek kolaylaştırır. Başka bir deyişle, parasal hesaplamaya olanak sağlar.


Üretken Bir Ekonominin Doğası

Ekonomistler üretkenliğin uzmanlaşmayla yakından ilişkili olduğunu uzun zamandır biliyor. Beşinci bölümde sermayenin üretkenliği artırdığını ve bunu da emeği daha üretken kılarak yaptığını gördük. Uygun aletler ve makineler kullanırsak emeğimizden daha fazla verim alırız. Piyasa mübadelesi de emeği daha üretken hâle getirir çünkü insanlar kişisel olarak değer verip vermediklerine ya da kullanıp kullanmadıklarına bakmaksızın en çok değer yaratan şeyleri üretmeye odaklanabilir. İnsanların kendi kendilerine yeterli olmaları ve günlük yaşamları için ihtiyaç duydukları her şeyi üretmeleri yerine, piyasalar onların benzersiz yeteneklerini geliştirmelerine ve ortalama maliyetin daha yüksek üretim hacimleriyle nasıl düştüğünü gösteren ölçek ekonomilerinden yararlanarak toplam değer çıktılarını artırmalarına olanak tanır.


Uzmanlaşmanın ya da zamanımızı ve çabamızı daha dar kapsamlı bir dizi üretken faaliyete odaklamanın iki ana etkisi vardır.


Birincisi, uzmanlaştığımızda, belirli üretken faaliyetleri gerçekleştirmede daha iyi duruma geliriz. Adam Smith uzmanlaşmanın bizi çok daha efektif ve üretken kıldığını, çünkü (1) bir görevden diğerine geçerken zaman kaybetmediğimizi, (2) el becerisi ve işçiliği geliştirip arttırdığımızı ve (3) basit makineleri nasıl kullanacağımızı daha kolay saptayabildiğimizi ya da daha da efektif olmak için yeni araçlar geliştirebildiğimizi belirtmiştir.


Smith bu “iş bölümünü” bir toplu iğne üretiminin on sekiz farklı işlem gerektirdiği bir toplu iğne fabrikası ile örneklendirmiştir. Smith’in örneğinde, “bir işçi ... belki de bütün gayretiyle bir günde bir toplu iğneyi bile zor yapar ve yirmi iğneyi ise kesinlikle yapamaz.” Ama bunun yerine on işçi belirli işlemleri yapmakta uzmanlaşırsa, “hepsi bir arada bir günde kırk sekiz bini aşkın toplu iğne yapabilirler.” Bu muazzam bir farktır -uzmanlaşmak emeğin çıktısını en az iki bin dört yüz kat artırır.


Fark, her iki durumda da aynı olan aletlerde ya da işlemlerde değil, üretim sürecinin daha iyi organize edilmesindedir. Yani uzmanlaşma işçilerin çok daha üretken olmasını sağlar.


İkincisi, uzmanlaştığımızda -ve uzmanlaştığımız için- üretim sürecinin kendi paylarına düşen kısmını yapan diğerlerine bağımlı hâle geliriz ve onlar da bizlere bağımlı hâle gelir. Bir üretim sürecindeki seri iş bölümü karşılıklı bağımlılık yaratır: Smith’in örneğindeki on işçi birlikte muazzam sayıda toplu iğneyi ancak hepsi görevlerini yerine getirdiği sürece üretebilir. Üretim sürecinin ortasında yer alan bir işçi işe gelmezse, bu süreçte bir boşluk, bir kopukluk yaratır. Kayıp işçinin görevinin başladığı noktaya kadar olan önceki operasyonlardaki işçiler kendi üzerlerine düşeni yapabileceklerdir, ancak kayıp işçinin girdisine ihtiyaç duyan işçiler operasyonlarını gerçekleştiremeyeceklerdir ve bu nedenle hiçbir iğne üretilmeyecektir. Sürecin herhangi bir iğne üretebilmesi için tüm görevlerin yerine getirilmesi gerekir. Basitçe söylemek gerekirse, on uzman işçi birlikte yükselir ve birlikte düşerler. Zincir herhangi bir nedenle kırılırsa, kırk sekiz bin toplu iğne üretiminden cılız iki yüz iğneye (Smith’in örneğindeki on uzmanlaşmamış işçi için azami miktara) geri döneceklerdir.


Bu tür bir karşılıklı bağımlılık risklidir ve kulağa kötü bir fikir gibi gelebilir, ancak öyle değildir. Bu işçilerin her birinin süreci tamamlamakta çıkarı vardır; aksi takdirde satacak iğne ve iş olmazdı. (Nitekim uzmanlaşmamış bir işçi olarak her biri en fazla yirmi iğne yapabilir ve daha düşük bir yaşam standardına sahip olabilir.) Dolayısıyla, uzmanlaşmış üretken çabaları birbirine bağlı olduğu için, işçiler üretim sürecini tamamlama konusunda ortak bir çıkara sahiptir.


Smith’in argümanı sadece fabrika üretimiyle sınırlı değildir ve daha geneldir. Sermaye yapısının kendisi iş bölümünü kolaylaştıran, güçlendiren ve geliştiren bir kaynak bölümü olan uzmanlaşmanın sonucudur.


Pide fırıncısı bir fırın inşa ettiğinde (bakınız: beşinci bölüm), sadece fırıncı olarak üretkenliğini artırmakla kalmaz, aynı zamanda fırın üretme bilgi ve becerisini de geliştirir. Eğer bu yeniliği kullanmak isteyen başka fırıncılar da varsa, fırıncımız pide fırıncılığı yerine fırın inşasında uzmanlaşabilir. Diğer fırıncılara bu konuda tedarik sağlayabilir ve onlar da fırında pişmiş ekmek üretiminde uzmanlaşabilir. Fırıncının rolü ekmek pişirmekten fırın tedarik etmeye dönüşmüştür ve geçim kaynağı artık fırın üretmek ve ardından bunları satmak için gereken kaynakların mevcudiyetine bağlıdır. Bu, daha fazla değer yaratmak ve kendisiyle birlikte başkalarının da yaşam standartlarını yükseltmek için bir fırsattır.


Fırıncıya ilişkin bu basit örnek, yenilikler ve bunun sonucunda ortaya çıkan yoğun iş bölümü ve sermaye aracılığıyla daha uzun bir üretim sürecinin daha fazla değer ürettiği için nasıl benimsendiğini göstermektedir. Kıt kaynakları, özellikle de emeği daha etkin kullanmaktan daha verimlidir. Modern ekonomi o kadar dar kapsamlı uzmanlık alanlarına sahip son derece uzun üretim süreçlerine sahiptir ki, çoğumuz ekonominin geri kalanı olmadan hayatta kalmakta zorlanırız. Günlük hayatınızda güvendiğiniz ve kullandığınız ama kendinizin üretmediği ve muhtemelen üretemeyeceğiniz her şeyi bir düşünün. Göreceğiniz üzere, üretimde kendi paylarına düşeni yapan pek çok yabancıya bağımlı durumdayız.


Diğer taraftan, bir ekonomi eğer uzmanlaşma olmasaydı bugün dünyada yaşayan çok sayıda insanı asla ayakta tutamazdı. Ve destekleyebileceği daha küçük bir nüfus da bize sunulan kolaylıklara ve mal sayısına sahip olamazdı. Modern refahımız, piyasadaki inovasyon ve rekabet yoluyla sürekli olarak geliştirilen ve iyileştirilen iş bölümü ve sermayenin sonucudur.


Piyasa, üretim ve tedarik zincirlerindeki karşılıklı bağımlılığın risklerini ve potansiyel olumsuzluklarını, paralel üretim süreçlerini -yedekliliği- yönlendirerek azaltır. Yeni ve uzmanlaşmış bir üretim süreci, kâr getirdiğinde, bu kârı paylaşmaya hevesli girişimciler tarafından hızla kopyalanacaktır. Başka bir deyişle, fırın üreticisi fırınlarından yüksek kârlar elde ederse, diğerleri de aynısını yapmaya çalışacaktır. Pazardan pay kapmak için paralel üretim yapıları geliştireceklerdir.


Bu tür bir taklitçi rekabetle, üretimin tamamlanamaması riski büyük ölçüde azalır. Fırın üreticisinin fırınları özel bir üretim süreciyle inşa etmek için birkaç işçi çalıştırdığını düşünün. Tüm girişimin başarısı tüm bu işçilerin üzerlerine düşeni yapmasına bağlıdır. Ancak diğerleri fırın sektöründeki kârın bir kısmını ele geçirmek için bu süreci taklit ettiğinde, başka bir girişimcinin tamamlayamadığı yarım kalmış bir fırını kullanabilir ve tamamlayabilirler. Dolayısıyla, karşılıklı bağımlılıktan kaynaklanan başarısızlık, merkezîleştirilmiş süreçlerin aksine piyasalarda çok az endişe yaratır.


Yedeklilik verimsizlik midir? Neden daha büyük ölçekte üretim yapan tek bir fabrika yerine aynı malı sunan çok sayıda üretici olsun ki? Burada piyasanın bir süreç olduğu (bu konuda daha fazla bilgi ilerleyen bölümlerde yer almaktadır), yani tek bir firmanın tüm uzmanlık süreçlerini tesis etmek için yeterli olmadığı gerçeği göz ardı edilmektedir. Bunun iki ana nedeni vardır. Birincisi, eksikliktir: Bu son derece uzmanlaşmış ve benzersiz süreçler yüksek riskli olacaktır, çünkü her uzmanlaşmış iş bölümü onları ya batıracak ya da çıkaracaktır. Ölçek ekonomilerini kullanmanın, tüm sürecin başarısız olma riskini de beraberinde getiren yedek eksikliğinden daha fazla fayda sağlayacağı açık değildir. İkincisi, iyileştirmedir: Üretimdeki yenilikler hiçbir zaman başlangıçta mükemmel değildir, ancak yeni girişimciler işlevi nasıl iyileştireceklerini buldukça rekabet yoluyla daha iyi hâle gelirler. Piyasanın yedekliliği olmasaydı, ölçek ekonomileri oluşturacak kadar iyi üretim süreçlerine asla sahip olamazdık.


İkinci noktanın biraz daha detaylandırılması yerinde olacaktır. Piyasa rekabeti üretim süreçlerini giderek daha küçük, daha uzmanlaşmış görevlere ve süreçlere böldüğü için çok fazla iyileştirme ve ilerleme gerçekleşir. Girişimciler sürekli inovasyon yaparak ve daha iyi üretim yolları bularak mevcut üretimi aşmaya çalışırlar. Mevcut süreçlerin parçalarını, daha üretken olması beklenen ve rekabet avantajı sağlayabilecek daha yüksek düzeyde uzmanlaşmış alt süreçlerle değiştirirler. Girişimcilerin kâr odaklı inovasyonu, üretim süreçlerini giderek daha fazla alt bölümlere ayırır ve merkezden uzaklaştırır. Eskiden yeni bir üretim sürecinin uzmanlaşmış parçaları olan şeyler, piyasada ticareti yapılan standartlaştırılmış sermaye malları ve hizmetleri hâline gelir.


Şu örneği ele alalım: İlk başlarda girişimciler, üretimi takip etmek ve yönetmek, ayrıca satışları artırmak için yeni fikirler uyguladılar. Bu fikirler, uzmanlıkları bu görevleri daha üretken kılan muhasebe ve pazarlama departmanlarına dönüştü. Günümüzde muhasebe ve pazarlama ayrı işletmelerdir, çünkü girişimciler birinde veya diğerinde uzmanlaşmanın ve bu hizmetleri işletmelere ayrı varlıklar olarak satmanın daha verimli olduğunu keşfetmişlerdir. Bu sayede üreticiler üretime, muhasebeciler muhasebeye ve pazarlamacılar da pazarlamaya odaklanabilmektedir. Her biri kendi ticaretinde uzmanlaşabilir, kendi süreçlerini geliştirebilir ve toplam çıktılarını artırabilir. Çiftçilerin kendi traktörlerini yapmamaları, kendi tohumlarını geliştirmemeleri, kendi gübre ve zirai ilaçlarını üretmemeleri de aynı nedenden kaynaklanmaktadır.


Üretken karşılıklı bağımlılık aynı zamanda olumlu bir sosyal sonucu da beraberinde getirir. Bir önceki tartışmada talep etme kabiliyetimizin, yani satın alma gücümüzün başkaları için değer üretmekten kaynaklandığını belirtmiştik. Ekonomi giderek daha da uzmanlaşma yönünde ilerledikçe, bizim kişisel katkımız da giderek başkalarının üretken katkılarına bağlı hâle gelmektedir. Ve bunun tersi de geçerlidir. Bu aynı zamanda, bu piyasa ortamında kendime hizmet etmek için başkalarına hizmet etmem gerektiği anlamına gelir, çünkü talep etme kabiliyetim arzımın değerine dayanır. Sonuç olarak, başkalarıyla ne kadar çok etkileşime girer, onları tanır ve anlarsam, onların en çok değer verdiği şeyi o kadar iyi üretebilirim. Bu hem müşterilerine hizmet etmeye çalışan serbest meslek sahibi girişimciler hem de işverenlerine ne kadar iyi hizmet ettiklerine göre ücret alan büyük şirket çalışanları için geçerlidir. Dolayısıyla, piyasa üretimi empatiktir -başkaları için değer sağlama beceriniz nihayetinde çabalarınızın karşılığında elde ettiğiniz değeri belirler.


Bu da piyasa sürecinin sadece üretimle ilgili olmadığı, aynı zamanda karşılıklı ve ortak yararımız için sosyal iş birliğini gerektiren ve artıran uygarlaştırıcı bir süreç olduğu anlamına gelir. Serbest piyasa üretiminde çelişkiler yoktur; yalnızca değer ve empatik üretim yoluyla değer arayışı vardır. Rekabet aslında yönlendirilmiş ya da tasarlanmış değil, fiyat mekanizması aracılığıyla harekete geçirilmiş bir iş birliğidir. Ve bu da beraberinde diğer insanların bakış açılarını daha iyi anlamayı ve onlara saygı duymayı getirir -çünkü bu bizi daha iyi yapar.


Ludwig von Mises de bu konuda oldukça netti:


Toplum, bilinçli ve amaçlı davranışın neticesidir. Bu, bireylerin sözleşmeler yaparak insan toplumunu kurdukları anlamına gelmez. Toplumsal iş birliğini sağlayan ve her gün yeniden tesis eden eylemler, belirli tekil amaçlara ulaşmak için başkalarıyla kooperasyona girişmekten ve birlikte hareket edip yardımlaşmaktan başka bir şey amaçlamaz. Bu tür uyumlu eylemler tarafından yaratılan karşılıklı ilişkilerin oluşturduğu toplam komplekse toplum denir. Toplum, bireylerin birbirlerinden izole olmuş yaşamlarının yerine -en azından makul düzeyde- ortak çalışmayı ikame eder. Toplum iş bölümü ve iş birleşimidir. Böylece insan, kapasitesi kadar eylemde bulunan bir hayvan olmaktan çıkıp sosyal bir hayvan hâline gelir.

Ekonomi ve toplum aynı madalyonun iki yüzüdür. Piyasa sürecini toplumdan ve uygarlıktan ayırmak mümkün değildir.


İtici Güç

Piyasa ekonomisinden bir süreç olarak bahsettik ancak onu bir süreç yapan şeyin ne olduğunu henüz tartışmadık.


Etkileşimde bulunduğumuz ve gözlemleyebildiğimiz piyasa aslında satın alabileceğimiz mal ve hizmetleri üreten bir dizi üretim sürecidir. Bu süreçler, gelir elde etmemizi sağlayan işler yaratır ve bu gelirle mal satın almayı tercih edebiliriz.


Ancak piyasa süreci yalnızca hâlihazırda devam etmekte olan mal üretiminden ibaret değildir. Hangi yeni malların üretilmesi gerektiğine kim karar verir? Basit cevap girişimcilerdir. Tüketicilere fayda sağlayacağını ve dolayısıyla kendilerine kâr getireceğini düşündükleri yeni mallar ve yeni üretim süreçleri üzerinde düşünürler. Ancak girişimciler ürettikleri ve satışa sundukları şeyin ne kadar rağbet göreceğini ya da tüketicilerin hangi fiyatlarla harcama yapmaya istekli olabileceklerini bilemezler. Bu nedenle girişimciler spekülasyon yaparlar, yani değerli olduğunu hayal ettikleri şeyin tüketiciler tarafından değer göreceğine dair kendilerince bahse girerler. Girişimciler bunu yaparak piyasa sürecini ileriye götürürler. Daha fazla değer yaratma arayışlarında sürekli olarak statükoya [mevcut duruma] meydan okurlar.


Girişimciler yeni değer yaratmaya ve uzun vadede üretimin evrimini yönlendirmeye çalışırlar. Örneğin, 1900 yılında kişisel ulaşım araçları üretimi atların ve faytonların erişilebilir hâle getirilmesine odaklanmıştı. Ancak 2000 yılına gelindiğinde bu, otomobil üretimiyle ilgiliydi. İşte bu değişim neyin nasıl üretildiğinin sürekli olarak değişmesi ve iyileştirilmesi anlamına gelen piyasa sürecinin ta kendisidir.


Girişimcilik piyasa sürecinin itici gücüdür. At ve faytondan otomobile büyük geçiş, ekonomist Joseph A. Schumpeter’in ünlü “yaratıcı yıkım” dediği şeyin bir parçası olan girişimci yenilik meselesiydi. Bu değişimin yaratıcı yönü, tüketicilere sunulan yeni bir kişisel ulaşım türü olarak otomobilin ortaya çıkmasıydı. Özellikle Henry Ford’un Model T’sinin [uygun fiyatlı, seri üretim otomobilin] piyasaya sürülmesi, yeni otomobilleri pek çok tüketici için erişilebilir kılmıştı. İnsanlar atları ve faytonları ortadan kaldırmaktan ziyade, daha fazla değer sundukları için otomobilleri kullanmayı tercih etmişlerdir. İşte “yıkım” burada yatmaktadır -at ve fayton taşımacılığı piyasası çökmüştür çünkü tüketiciler başka bir yerde daha fazla değer elde etmiştir.


Bunu farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, otomobiller tüketicilere daha önce tercih ettikleri ulaşım araçlarından daha fazla değer sağlamıştı. Sonuç olarak, at yetiştiren, eğiten ve fayton imal eden insanlar artık yeterli değer katamıyorlardı. Bu nedenle, onların işletme ve mesleklerinin yerini kısa süre içinde tüketicilerin daha fazla değer verdiği işletme ve meslekler aldı.


At ve fayton taşımacılığını desteklemek için ortaya çıkan işletme ve meslekler ya yok oldu ya da başka malların üretimi için dönüşmek zorunda kaldı. Dolayısıyla, bugün çok kısıtlı sayıda at arabası ahırı kalmışken otomobil üretimi ve kullanımını desteklemek için çok sayıda demir madeni, çelik fabrikası ve benzin istasyonu vardır.


Yeni değerlere doğru bu kaymalar piyasada sürekli olarak meydana gelmektedir. Bazen bunların farkına varırız çünkü hızlılardır ve bizi kişisel olarak etkilerler. Ancak çoğu zaman değişikliklerin farkında olmayız. İkinci durum tipik olarak üretim süreçlerinde büyük değişiklikler meydana geldiğinde ancak tüketicilerin mallarını etkilemediğinde söz konusudur. Örneğin bilgisayar hem üretim süreçlerinde hem de firmaların işleyişinde devrim yaratmıştır. Bilgisayarlar bir üretim sürecini daha verimli hâle getirebilse de -ya da tamamen yeniden yapılandırabilse de- tüketiciler genellikle mağazalarda sunulan ürünlerdeki değişikliklerin farkına varmazlar. Ancak üreticiler, yeni meslekler ve uzmanlıklar ortaya çıkmaya başladıkça bunu fark ederler. Değer yaratan bu yeni işler daha yüksek maaşlar ve yeni kariyer türleri sunar. 1900’de bilgisayar alanında uzman kimse yoktu, ancak 2000’de bu yaygın ve saygın bir kariyer hâline geldi ve 1900’de son model faytonlar üreten en yetenekli marangozlardan çok daha yüksek bir yaşam standardına sahip oldular.


Değer Üretimi

Girişimciler, tüketiciler için yeni değer üretmek amacıyla hem mevcut işletmelerle hem de diğer girişimcilerle rekabet içindedir. Ancak girişimcilerin daha önemli bir rolü vardır. Yeni değer yaratma üzerine spekülasyon yapıp riskler üstlenen girişimciler, ekonomik hesaplama için gerekli araçları sağlarlar, yani üretim araçlarının parasal fiyatlarını belirlerler. Bu, temelde çok önemlidir zira ekonomiyi mümkün kılan şey budur. Girişimciler bu işlevi yerine getirmeseydi, kaynakları tasarruflu kullanmak ve yeni inovatif üretim süreçleri keşfetmek imkânsız olurdu.


Bunu anlamak için girişimcilerin ne yaptığını düşünmemiz gerekiyor. Özellikle de eylemlerinin bir bütün olarak ne anlama geldiğini düşünmeliyiz. Ekonomideki pek çok şeyde olduğu gibi, gözlemlenebilir olgular da insanların eylemlerinden ortaya çıkar, bunlar herhangi bir kişinin yaratımı değildir. Aksine, bunlar insanların eylemlerinden ortaya çıkan kalıplardır, örüntülerdir (bir düzendir). Bunu farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, eğer yolun bir tarafından giderken diğer tarafından gitmiyorsam, bu büyük bir sorun değildir. Aynı şey diğer sürücüler için de geçerlidir. Ancak tüm sürücüler yolun sağından giderse, bu durum trafikte (toplamda) herkes için daha az kaza ve daha hızlı seyahat gibi faydalı bir düzen yaratır. Bu düzen aynı zamanda bireysel sürücülerin kararlarını da etkiler, örneğin herkesle aynı tarafta araç kullanmak daha mantıklıdır, çünkü aksi takdirde güvensiz ve son derece verimsiz olacaktır.


Benzer şekilde, Henry Ford’un Model T’sinde gördüğümüz gibi, bir girişimcinin yaptığı şey önemlidir ve hatta ezber bozucu, çığır açıcı, yıkıcı olabilir. Peki ama neyi yıkabilir? Tabii ki üreticilerin ve tüketicilerin eylemlerinin toplamı olan önceden beri mevcut piyasa düzenini. Dolayısıyla, girişimciler bireysel olarak belirli şekillerde hareket edebilir (bireysel olarak yolun bir tarafında araç sürme) ve toplamda hepimize fayda sağlayan bir düzen (sağ şeritte araç sürme) yaratabilirler.


Açıklık getirmek için biraz daha detaylandıralım. Girişimci, henüz denenmemiş yeni bir mal veya süreç hayal eder. Henry Ford montaj hattı üretimiyle bir otomobil, Johannes Gutenberg bir matbaa, Thomas Edison ise bir ampul hayal etmiştir. Girişimci, yeni malın tüketicilere mevcut mallardan daha fazla değer katacağına ikna olmuştur. Potansiyel değerin o kadar yüksek olduğuna inanır ki, tüketiciler yeni malı için ödeme yapmaya istekli olacaktır. Başka bir deyişle, kâr elde etmeyi beklemektedir.


Girişimcinin kâr hesaplaması mevcut kaynakların maliyetlerine, yani işçi maaşları, üretim tesisi, malzeme ve makineler, elektrik gibi maliyetlere dayanır. Bu maliyetleri tahmin etmek kolaydır çünkü kaynaklar piyasada mevcuttur ve fiyatları zaten belirlenmiştir (bu önemlidir ve buna geri döneceğiz). Bulunması zor olan kaynaklar için, bir girişimci diğer üreticileri geride bırakmak maksadıyla ne kadar maliyete katlanacağını tahmin edebilir. Yeni bir tür makine inşa etmenin maliyeti de tahmin edilebilir çünkü ihtiyaç duyulan her şey zaten satın alınabilir durumdadır. Neredeyse tüm maliyetler parasal fiyatlarla tahmin edilebilir, dolayısıyla bir girişimci bu yeni malı üretmenin maliyetini kolayca hesaplayabilir.


Peki buna değecek mi? Bu girişim yeterli kâr getirecek mi? Bunu anlamak için girişimcinin yeni malın tüketiciler nezdindeki değerini tahmin etmesi gerekir. Bu değer, tüketicilerin hangi fiyatları ödemeye istekli olacağı ve bu fiyatlardan satılan miktar hakkında kabaca bir fikir verir. Değerden türetilen bu fiyat, girişimcinin nasıl, ne zaman ve nerede üretim yapacağına dair kararlarının temelini oluşturur. Parasal fiyatlar cinsinden beklenen gelir, bir girişimcinin işçilere, sermaye tedarikçilerine vb. ödemek isteyeceği maksimum tutarı oluşturur. Beklenen gelirden maliyetlerin çıkarılması, girişimciye bir ürünün kârlılığı ve beklenen getiri oranı hakkında bir fikir verir. Bu parasal hesaplama mümkündür çünkü hem maliyet hem de fayda para cinsinden ifade edilir, yani kıyaslanabilir ve kısmen varsayımlara ve değerlendirmelere dayansa ve tahminî olsa da bir sonuç hesaplanabilir. Girişimci, beklenen kâra dayanarak yatırımın zahmete değip değmeyeceğine karar verebilir. Parasal hesaplama piyasa düzeyinde tasarruf yapılmasını sağlar!


Bu, kulağa çok basit gelebilir, ancak öyle değildir. Birçok kişi, girişimcilere rehberlik eden ve işin nasıl yürütüleceğine dair tercihlerini şekillendiren şeyin değer çıktısı olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Girişimciler, tüketiciler mala değer verdiğinde elde edilebilecek kârlar tarafından motive edilir. Başka bir deyişle, değer girişimcinin elinde değildir, ancak maliyet bir tercihtir.


Tüm girişimcilerin, tüketicilere sağlayacakları değere ilişkin en iyi tahminlerine dayanarak maliyetler hakkında tercihlerde bulunmalarının toplu etkisini düşünün. Kaynaklar için sürekli teklif verirler ve maliyetlerini yeniden gözden geçirirler ve bu konuda birbirleriyle rekabet hâlindelerdir. Tıpkı yukarıdaki girişimci gibi, işçileri motive etmek ya da malzeme veya hizmet satıcılarını daha yüksek bir fiyat teklif ederek ikna etmek zorunda kalabilirler. Hâlihazırda bir işletmeye sahip olsalar bile, önceki sözleşmeleri yenileyip yenilemeyecekleri, yeniden müzakere edip etmeyecekleri, üretimi gözden geçirip geçirmeyecekleri vb. konularda tercih yapmaları gerekir. Bu tercihler ve kararlar beklenen değer çıktısına dayanır: Yeni bir şey deneyen girişimciler için bu, tüketicilerin mallarında ne kadar değer görebileceklerine dair en iyi tahminleridir; mevcut bir malı üretmeye devam eden girişimciler içinse bu, işlerin eskisi gibi devam edeceği (veya etmeyeceği!) varsayımı olabilir.


Daha fazla değer üretmeyi bekleyen girişimciler girdiler için daha yüksek fiyatlar teklif edebilir ve istedikleri girdileri daha kolay elde edebilirler. Daha az değer üretmeyi bekleyenler ise en pahalı girdileri satın almaya güç yetiremeyecek ve muhtemelen daha düşük fiyatlı başka girdileri değerlendirmek zorunda kalacaklardır. Bu da en faydalı ve değer katan kaynakların en yüksek fiyatlardan satılacağı ve dolayısıyla tüketiciler için en fazla değer yaratması beklenen yerlerde kullanılacağı anlamına gelmektedir. Girişimciler böylece dolaylı olarak kaynakları “en iyi” kullanım alanlarına yönlendirmiş olurlar.


Fiyat teklifi verme süreci, her ne kadar çok önemli olsa da sadece kaynakları en değerli olmaları beklenen yerlere yönlendirmenin bir yolu değildir. Aynı zamanda bu kaynakların piyasa fiyatlarını da belirler. Girişimcilerin kendi kârlılık hesaplamalarında kullanabilecekleri hâlihazırda belirlenmiş fiyatlar vardır. Zarar etmekten kaçınmak için girişimciler çok pahalı olan kaynaklardan uzak duracak (ki bu da piyasanın bir başkasının onlardan daha fazla değer yaratmasını beklediğinin bir işaretidir) ve bunun yerine kâr getirebilecek daha uygun fiyatlı kaynakları seçeceklerdir.


Böylece, girişimcilerin rekabetçi teklifleri kaynakları yönlendirir ve fiyatlarını ve dolayısıyla hangi projelerin hayata geçirilmesi veya sürdürülmesi gerektiğini belirler. Yalnızca beklenen değeri en yüksek olan projelerin kâr elde etmesi beklenebilir (ve bu nedenle bu projeler tercih edilecektir). Yeni değer yaratmayı öngören bir girişimci, mevcut üretimden daha fazla teklif vermeyi göze alabilir. Bu nedenle büyük şirketlerin girişimciler üzerinde çok az etkisi vardır. Önemli olan beklenen değer katkısıdır, kurumsal büyüklük değil.


Girişimcilerin, belirlenmesine kendilerinin de müdahil olduğu fiyatlara göre karar verdikleri, üretim araçlarının piyasa fiyatlandırmasına ilişkin bu ilginç süreç, piyasanın kıt kaynakları rasyonel bir şekilde, yani gelecekteki değer çıktıları perspektifinden ekonomik olarak kullanmasını sağlayan şeydir. Bu süreç mükemmel bir sonuç yaratmaz, bu imkânsızdır çünkü hangi maliyetlerin üstlenileceği de dâhil olmak üzere üretim kararları her zaman tüketicilerin değerlemelerinden önce gelir. Herhangi bir üretimin sonucu belirsizdir ve nihayetinde tüketicilerin neyi satın almayı seçeceğine bağlıdır. Unutmayın, bu bir süreçtir, yani sonucu bilinmediği ve bilinemeyeceği için maksimize edilemez, ancak iyileştirilebilir, geliştirilebilir.


Geleceğin belirsizliği neden bu kadar çok girişimcinin başarısız olduğunu açıklar. Geleceği bilmeden, birçoğu yanlış hesap yapacak, belki de üretmek için yola çıktıkları şeyin tüketici değerini abartacaktır.


Yine de başarısız girişimciler önemli bir katkıda bulunurlar çünkü başarısızlıkları hem diğer girişimcilere neyin işe yaramadığını açıklar hem de kaynaklarını diğer girişimcilerin kullanımına sunar.


Bu sistem özel mülkiyete dayandığı için işlemektedir: Girişimciler bireysel olarak kazanır ya da kaybederler. Eğer kendi paralarını ve mülklerini kaybetme riskleri olmasaydı, birçoğu hangi maliyetlere katlanacaklarını seçerken daha az dikkatli olurlardı ve sonuç olarak fiyatlar rasyonel değer tahminleri olmazdı. Eğer girişimciler belirsiz girişimlerinden kazançlı çıkmayacak olsalardı, bu girişimleri denemek için çok az sebepleri olurdu ve maliyetlerini akıllıca seçmek için daha da az sebepleri olurdu.


Özetle, piyasa süreci kıt kaynakları rasyonel bir şekilde dağıtır çünkü girişimciler kendi özel mülklerini riske atarlar ve bu nedenle doğru tercihlerde bulunmak için ellerinden geleni yaparlar. Başarısız olurlarsa, acımasızca elenip ayıklanırlar ve tekrar denemek için daha az sermayeye sahip olurlar. Başarılı olan, maliyetlerini akıllıca seçen ve tüketicilerin yüksek değer verdiği mallar üreten girişimciler ise kârla ödüllendirilirler. Bu girişimcilik dinamiği, en iyi ve en zekilerin fikirlerini deneyebilecekleri ve tüketicilere fayda sağlayabilecekleri bir “entelektüel iş bölümü” yaratır.


Girişimcilik ve Yöneticilik

Burada ana hatlarıyla açıklanan piyasa süreci, her an gözlemleyebileceğimizden çok daha fazlasıdır. Bu bir süreç olduğu için, herhangi bir zamanda var olan her şey daha önce gelenlerin sonucudur ve daha sonra gelecek olanlar tarafından sınanacaktır. Başka bir deyişle, bugün var olan firmalar piyasanın ayıklama sürecinin sonucudur, yani kaynaklar için yapılan girişimci fiyat teklifi verme yarışını “kazanmışlardır”. Eğer tüketiciler farklı bir seçim yapsaydı ya da girişimcilerin başka fikirleri olsaydı, başka mallar üreten başka işletmeler olurdu.


Benzer şekilde, şu anda finansman sağlama, işlerini kurma veya üretim süreçlerini test etmekte olan girişimcilerden bazıları yarının işletmelerini yaratmaktadır. Mevcut üreticiler ancak değer yaratmaya devam ederlerse ve yarının işletmelerinden daha fazla değer yaratırlarsa işlerini sürdüreceklerdir. Bu nedenle mevcut işletmeler, hatta çok büyük olanlar bile, arkalarına yaslanıp rahatlayamazlar, aksine inovasyon yapmak, kendilerini geliştirmek zorundalardır. Bu işletmelerin ancak başka hiç kimse tüketicilere daha fazla değer sunmadığı takdirde piyasa sürecinde bir konumları vardır.


Başka bir deyişle, ekonomiyi analiz ederken sadece var olan işletmelere odaklanırsak, sürecin büyük bir kısmını kaçırmış oluruz! Bu işletmelerin (ve ürettikleri malların) neden var olduğunu ve daha iyi fikirlere sahip girişimcilerin nasıl ve neden yakında onların yerini alabileceğini anlayamayız. Sadece mevcut duruma -şu anda gözlemleyebildiğimiz ekonomiye- ya da yakın geçmişte meydana gelen değişikliklere bakarak, ekonominin kaynak kullanımını maksimize etmekten uzak, oldukça durağan bir sistem olduğu sonucuna kolayca varabiliriz. Verimsizlikler bulmak ve başka potansiyel çözümler üretmek kolay olacaktır. Ancak bu çok büyük bir hata olur. Piyasa süreci öncelikle tüketiciler için nasıl yeni değer yaratılacağını bulmakla ilgilidir -mevcut üretimde çıktıyı maksimize etmekle ilgili değildir.


Bu girişimci bir süreçtir. Statüko, sürecin yalnızca en son görünümüdür, yani dünün kazananlarının yerini yarının kazananlarının almasından önceki durumdur. Piyasa süreci sürekli bir akış hâlindedir, yenilenme ve ilerleme ile karakterize edilir.


Piyasa süreci, basit üretim yönetiminin çok ötesine geçer. İşletmelerin üretimi düzene sokan, maliyetleri düşüren ve ürettikleri malları geliştirip iyileştiren iyi bir yöneticiliği benimsemelerini arzu etmeliyiz. Ancak yöneticilik, girişimcinin haklı olduğu kanıtlandıktan sonra üretimde gerçekleşen şeydir. Mises’in deyişiyle, yönetici girişimcinin “küçük ortağıdır”.


Basitçe söylemek gerekirse, yöneticilik girişimcilikten tamamen farklı bir sorunu çözer. Bir üretim sürecinin sonucunu (tipik olarak kâr açısından) maksimize etmekle ilgilidir. Piyasa sürecini sadece üretim yönetimi olarak yanlış anlamak temel bir hatadır.


Dipnotlar:

1. Bunun bir şeyler yaratmakla değil, istek ve ihtiyaçları karşılamakla ilgili olduğunu unutmayın. Daha fazla mal üreten bir ekonominin daha az mal üreten bir ekonomiden daha fazla değer yaratması şart değildir. Belki de sadece daha savurgan bir ekonomi söz konusudur. Önemli olan üretilen malların sayısı ya da büyüklüğü ve kesinlikle bunları üretmek için kullanılan kaynakların miktarı değil, bunların değeridir. Üretim, değer yaratma sürecidir; verimlilik ise girdi birimi başına üretilen değerin ölçüsüdür.

2. Bu alıntı sıklıkla dile getirilir ve girişimcilik ve üretim hakkında hayati bir noktaya işaret eder, ancak Ford’un bunu gerçekten söylediği konusunda şüpheler vardır.

3. Formel açıdan doğru olması için, içmekten ya da yemekten (sırasıyla susuzluğun ve açlığın yarattığı sıkıntıları gidermekten) en büyük tatmini kimin yaşayacağını sormamız gerekir.

4. Carl Menger, “On the Origin of Money”, [içinde] Economic Journal 2, no. 6 (Haziran 1892), ss. 239-255, çevirmen: Caroline A. Foley.

5. Bakınız: Ludwig von Mises, Human Action: A Treatise on Economics (Auburn, Alabama: Ludwig von Mises Institute, 1998), s. 143.

6. Kendi sermayesi olmayan girişimciler, beklenen değerin yeterince yüksek olması durumunda dış finansman temin edebilirler.


 

Dr. Per Bylund (PhD) Mises Enstitüsü’nün kıdemli bir üyesidir. Dr. Bylund aynı zamanda Girişimcilik alanında doçent doktordur ve Oklahoma Eyalet Üniversitesi Spears İşletme Okulu’nun Girişimcilik Bölümü’nde Records-Johnston Serbest Girişim profesörlüğüne ve Stockholm’deki Ratio Enstitüsü’nde doçent üyeliğe sahiptir. Daha önce Baylor Üniversitesi ve Missouri Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Dr. Bylund’un hem girişimcilik hem de işletme yönetimi alanındaki en iyi dergilerde ve ayrıca Quarterly Journal of Austrian Economics ve Review of Austrian Economics’te araştırmaları yayınlamıştır. Özenli ve kapsamlı üç kitabın yazarıdır: The Seen, the Unseen, and the Unrealized: How Regulations Affect our Everyday Lives, The Problem of Production: A New Theory of the Firm ve How to Think about the Economy: A Primer. Agenda Publishing’de Avusturya Ekonomisi kitap serisinin ve Mises Enstitüsü tarafından yayınlanan The Next Generation of Austrian Economics: Essays In Honor of Joseph T. Salerno’nun editörlüğünü yapmıştır. Dört iş girişimi kurmuştur ve Entrepreneur için aylık bir köşe yazısı yazmaktadır. Anarchism.net’in de kurucusudur. Daha fazla bilgi için PerBylund.com’a ve Twitter’ına bakabilir ve ona e-posta gönderebilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı Mises.org sitesinde yayınlanmış olan Per Bylund’a ait How to Think about the Economy: A Primer adlı kitabın ikinci kısmının Creative Commons Attribution NonCommercial 4.0 Uluslararası Lisansı’na uygun olarak paylaşılmış tercümesidir.
17 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Sonuç

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page