30/06/2019 - Serkan Kiremit
“İdeologlar teorilerini sürekli olarak gerçeklerle 'test ettiklerini' iddia etseler de nadiren gerçeklere bakarlar.”
Murray N. Rothbard Ekonomiyi Anlamak, s. 33
Bazı kavramları zihnimizde önyargılı olarak puanlıyoruz ve bu yanlışlarımızı asla düzeltmek için uğraşmıyoruz. Yanlışları göremememizin nedeni zihnimizin “içinde bulunduğu duruma onay veren” sabit fikirli sözcükler yüzündendir.
Örneğin “ucuzluk” kelimesi kendi kelime kökünün dışında iyi gözükebilir... Fakat metodik olarak tek tek tüketicilere soralım. Geliriniz ucuzlasın mı? Maaşınız ucuzlasın mı? Satış fiyatınız ucuzlasın mı? Rantınız ucuzlasın mı? Kârınız ucuzlasın mı? Bütün iktisadî aktörler ağız birliği etmişçesine haykırır: Ucuzlamasın!
Böylece ucuzluk korkunç bir kelime olmasıyla kullanılmak istenmez. Artık ucuzluk kelimesi bireysel sezgilerimizde “kötü şöhretine” kavuşur. Çünkü egomuza iyi gelmeyen bir şey, bir kavram, bir sözcüktür artık, ucuzluk!
Bireysel hazzımıza yönelik bir tehdit olarak ucuzluk aslında başkaları için istediğimiz “âdil” bir arzudur. Ucuzluk ikircikli bir durumdur, çünkü fiyatların düşmesi olarak ucuzluk fark edilen bir iyiliktir bize... Canımız muz istedi, ucuzlarsa paramız artar. Kiralar ucuzlarsa tasarruflarımız artar gibi...
Fakat çelişki açıktır. Ucuzluk başkalarına uygulandığında bizi tatmin etmekte, bize uygulandığında başkalarını mutlu etmekte, ama uygulanan kişinin istemediği bir durum ortaya çıkmaktadır. İnsanın evrimsel zihin tarihinde böyle bir çelişki zor bulunur. Ucuzluk hep uygulanan iktisadî aktöre zorluk, onu kullanan tüketiciye kolaylık sağlar. Ucuzluk zor bulunur bir felsefî problemdir. Çözümü ne pozitivist bilimde ne ilâhî sezgide ne de ruhsal bilimlerdedir. Onun çözümü her zaman ve her daim iktisat biliminin yöntembiliminde saklıdır; genel insan eylemleri bilimi olan Praksiyoloji’de bulunur.
Ucuzluk kelimesi psikolojik tarihimizde tamamen kötü bir kelimedir. Ucuz insan, düşük, düşkün, düşmüş vesairedir; hep bu kelimenin bize acı hatıralarını anlatır. Ama iktisat bilimi “aptal” yaklaşımları ve evrimsel tarihi altüst edici olarak tamamen başka bir metodoloji ile olayı gün yüzüne çıkarır.
İktisat bilimi uzun dönemde ve geniş anlamda sembollere, psikolojik sarsıntılara, yuhalanmış kavramlara, egoist tavırlara, heyecanla karar verilmiş yargılara ve tarihi absürt geleneklere karşı gelerek radikal bir yol önerir. Bu, tarihsel üstü doğrulardır, Praksiyolojik doğrulardır. Bozulmaz, yön değiştirmez ve kimseyi şaşkınlığa uğratmaz; kendi içinde tutarlı mantıksal silsileler ile kurulmuş güçlü yapılardır.
Peki, ucuzluk nedir? Neredeyse iktisat hakkında yazmış çizmiş ve derin düşünmüş hiç kimse bu konuya spesifik olarak değinmemiştir. Ucuzluk konusu zor bir felsefî problemden öte kaos teorisini anımsatır. Fakat “değer” sorununu çok basitçe çözmüş Carl Menger ile ucuzluk meselesi de “Paranın Doğal Kıtlık Teorisi”nde kolaylıkla yerli yerine oturur.
Ne demiştik? Serbest piyasada kimse mülkünün, mallarının, hizmetlerinin ve rantının ucuzlamasını istemez ama tüketici olarak hepimiz her şeyin ucuzlamasını isteriz. Nedeni praksiyolojiktir; kendi durumumuzu daha iyi duruma getirdiği için ucuzluk bize yarar sağlar. Beklentimizden öte, diğer alacağımız mallar ve hizmetler için bize olanak sağladığı gibi boş zamanımıza da artış getirir. Bu, her açıdan büyük bir iyileşme ve refahtır.
Praksiyolojik olarak herkes tüketicidir. Bu yüzden ekonomideki metaların ucuzlaması genel insan eyleminde iyileşme durumu olarak mutluluk getiricidir.
Fakat hayat standardındaki bu artış, iyileşme ve refah ucuzluk (fiyat düşüşleri) kelimesi ile nasıl aynı anda var olabilirdi? Bu sorunun cevabı enflasyon ile büyüyen modern devletlerin çağında kafa karıştırıcıdır. Çünkü halk o kadar kötü reklam ve pazarlama ile dumura uğramıştır ki deflasyonun yararlarını anlamakta zorluk çekmektedirler.
Bugün bilinen inatçı doğru (aslında yanlış) şudur: Sonsuz para yaratılması, dağıtılan bol krediler, hükümetin servet dağıtıcı sosyal yardımları ile teknolojinin getirdiği yenilik ve maliyetleri azaltıcı otomatik görevi, 20. yüzyılın ikinci yarısını ve 21. yüzyılı öyle büyüledi ki refah devletinin ve sürekli değişen teknolojik yeniliklerin yarattığı maliyet düşüşleri, insanların yaşam standardını belirlediğini düşündüler.
Bu öyle kötü bir sarmal yarattı ki sonsuz yaratılan karşılıksız para karşılığında insana konfor sağladığını reklam eden sosyal refah devleti, bedava ısmarladığı bu yüzyıllık enflasyonist yemeği dünyanın bütün borç batağındaki vatandaşlarından şimdi geri talep etmektedir. Bu sözde bedava enflasyonist yemek dünya vatandaşlarının boğazına takılmıştır. Çünkü ekonomide karşılıksız, emeksiz, (eylemsiz) hiçbir bedava yemek yoktur. Ve hatta ödemesiz kazanç yoktur.
Oysaki parasal tarihimize bakarsak, özellikle %100 altın standardı zamanlarında yani 18. yüzyılda, günümüze kıyasla, bireylerin gerçekten “egemen” olduklarını görebiliriz. Altın standardının döneminde, insanlar büyük ölçüde borçsuzdu ve çok daha fazla bağımsızlığa sahipti.
18. yüzyılda, kapitalizmin erken dönemlerinde fiyatlar genel seviyesi azalma gösterirken ücretler sabit kalmıştı. Bu da toplumdaki vatandaşların hızla satın alma gücünü yükseltmişti. Ucuzluk, özgürlük felsefesi ile at başı giden topluma genel barışı, huzuru, mutluluğu, bolluğu ve refahı tabandan yaymaya başlamıştı. Ne zaman ki dünya savaşa giderken (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları) hükümetler karşılıksız para yaratabilecek merkezî ve dağıtıcı bir sistem olan merkez bankalarını kontrol eder oldular, insanlık teknolojinin getirilerini ucuzluk olarak kullanamaz oldular.
Ucuzluk öncelikle özgürlük felsefesinde paranın doğal kıtlık teorisinde iş görür. Bunun adı %100 altına karşılık gelen itibari ve sanal paradır. Çünkü ucuzluğun düşmanı enflasyon belasıdır. Enflasyon öyle bir beladır ki bütün gelir, refah, mal ve hizmetlerin doğal akışını ve topluma dağılımını bozucu bir etkidir.
Ucuzluktan korkan sadece üreticiler değildir; aslında ucuzluktan korkan hükümet ve onun dalkavuklarıdır. Nedeni çok basittir. Bugün teknolojinin maliyetleri düşürdüğü yerde hükümetler de parasal genişlemeyle hayat pahalılığını dengeliyor. Aslında hükümetlerin ekonomiye karıştıkları tek şey karşılıksız bastıkları para mucizesidir. Bu yüzden hükümetlerin, halka sosyal refahı ve vaat ettiklerini dağıtırken ellerindeki vergi gücünden öte suni yaratılan itibari paraya güvendikleri apaçıktır.
Eğer Paranın Doğal Kıtlık Teorisi yürürlüğe sokulabilirse, yani %100 altına karşılık gelen parayı ortaya koyabilirsek hükümet neyi hangi ulufeyi karşılıksız dağıtabilecektir? Hangi politikacı vaatler verip neyi uygulayabilecektir? Ellerinde kalacak tek şey vergi politikası olduğu an, halk bu yükü tamamen omuzlara aldığında işin ne olduğunu birebir deneyimleyecektir. Hükümet artık onlar için sadece bir yük olacaktır. Hükümet böylece halkın üzerlerindeki kamburdan başka bir şey olmayacaktır. Halk, bakın nasıl atacak sırtındaki yükü, bu hükümet kamburunu, hepimiz göreceğiz.
Bu yüzden hükümet enflasyondan veya işsizlikten korkmaz. %100 altına karşılık gelecek para sisteminden ve onun sonucu olan deflasyondan ve ucuzluktan korkar. Her zaman asgari ücreti, maaşları, kârları ve fiyatları hep yukarı çekmeye çalışan politikacıların ellerindeki büyük sözde sihirli araç karşılıksız para basma asasıdır (makinesidir).
Avrupalı Misesyen iktisatçı Jörg Guido Hülsmann’ın “Deflasyon ve Özgürlük” kitabının bir özetini oluşturduğu The Beauty of Deflation isimli çalışmasında, Kelly Diamond, düşüncelerimizi onaylarcasına, ucuzluk ve paranın doğal kıtlık teorisinin getireceği güzel ve mutlu günleri anlatıyor:
Değerli metaller, insanın bağımsızlığını ve özgürlüğünü korur. “Kâğıt para günümüzün totaliter tehdidinin teknik temeli hâline geldi.” diyen Hülsmann ile aynı fikirdeyiz. Bireyin özgürlükleri ve bağımsızlıkları pahasına kâğıt para, enflasyon ve borç, yalnızca belirli bir toplum katmanına veya “siyasî girişimcilere” fayda sağlamak için bu politik (totaliter) projenin bileşenleridir. Aslında korkmaya hakları var. Deflasyon, onları toplumun geri kalanı pahasına elde ettikleri yararlardan uzaklaştırır. Deflasyonun bizi serbestleştirdiğini iddia ediyoruz. Deflasyon, mülkiyet yapısını değiştirerek serveti yeniden dağıtacak ve böylece adalet dağıtımını sağlayacaktır. Fiyatlardaki düşüş ve para miktarındaki sıkılık, paranın gerçek değerini ve dolayısıyla gerçek kişilerin ve ulusların zenginliğini eski hâline getirecektir. Deflasyon, bireyin borç yapılarına bağımlılığına son verecek ve bu nedenle üretimi arttırmaya odaklanmayı sağlayacaktır. Zenginlik belirleyicisi para miktarında değil, onu yönlendiren faktörler, yani verimlilik ve yenilikte bulunur. Altın ve gümüşün, bağımsızlığı ve özgürlüğü koruyacak tek para olduğuna inanıyoruz. Gerçek değeri, bir servet deposunu yansıtırlar, ulusların ve bireylerin egemenliğini korurlar! Mevcut parasal ve finansal sistemlerimiz bozulduğunda geleceğin ne olacağını bilmiyoruz, ancak altın ve gümüşün geçiş döneminde (en azından) güvenlik sağlayacağına inanıyoruz. Doğu medeniyetlerinden yaptığımız altın alımlarına bakarsak, gelişmekte olan piyasaların aklını nasıl altın üzerine odakladığını da görüyoruz. Bu, ayrıca bir altın standart biçiminin belirgin bir statüye kavuşabileceği ve bir kez daha devralabileceği inancımızı desteklemektedir. Bununla birlikte, “fiyat para birimi” olarak adlandırılan geçerli parasal tecrübenin bir süre daha sürmesi muhtemeldir.
Peki, paranın daralması olarak ortaya çıkan ucuzluk ve fiyat-değerlerindeki bu altüst oluş nasıl bir refahla karşılık verecektir? Enflasyon ile yaratılmış bir dünya içinden konuşmak gerçekten çok zor. Kredi büyümesi ve karşılıksız üretilmiş paranın fütursuzca dağıtımı sonucu sürekli artan maaşlar, bedava ikramiyeler, sosyal harcamalar, devletin zorla topladığı vergi paralarıyla yaptığı altyapı hizmetleri insanlığı öyle bir yere taşımıştır ki insanlar artık medeniyetin temelini enflasyonda görmeye başlamıştır.
1970’lerin ortasında enflasyon varsa işsizlik olmaz diyen çokbilmiş Keynesyenlerin esaslı düşünceleri, durgunluk ve enflasyon ile işsizlik aynı anda var olunca tamamen balon misali patlamış oldu. Fakat hazine ile geçinen bürokrasi, parayla satın alınmış ekonomistler, lobici ahbap-çavuş (kronist) işadamları ve siyasî figürler asla fiyatların ucuzlamasını, paranın daralmasını istemezler. Çünkü onların ellerindeki en önemli hokus pokus araçları vergiler, sınırsız para basımı ve kanunlardır.
Şimdi yaşadığımız 10 yılda, “ucuzluk” ekonomi-politikasından ölüm gibi korkan Keynesyenlerin deflasyonu entelektüel olarak reddedişleri onlar için daha mantıklı gibi durmaktadır ama tu-kaka dedikleri şeyde, kendi deyimleriyle genel fayda ortaya çıkmaktadır. Keynesyen popüler iktisat profesörü Paul Krugman’ın The New York Times gazetesindeki 2 Ağustos 2010 tarihli “Neden Deflâsyon Kötü” başlıklı makalesinde yazdığına göre eğer tüketim mallarının fiyatları düşerse, işçi maaşları hemen düşmez. Bu yüzden kârlar düşecek, maliyetler artacaktır. Toplum aynı anda tepki veremeyeceği için üreticiler için işler kötü giderken, maaş ile geçinen işçilerin emek-değeri yüksek kalacaktır diyor saygıdeğer safsatacı Paul Krugman ve Friedmancı (Chicago Ekolü) parasalcı sahte okey serbest piyasacı Irving Fisher’ın para kısıtlaması için sözlerini tekrarlıyor: “...Irving Fisher’ın uzun zaman önce belirttiği gibi, borçlular borç yükleri arttıkça harcamalarını azaltmaya zorlanırken, alacaklıların harcamalarını aynı oranda arttırması beklenmiyor. Bu yüzden durgunluk, borç yükünü artırarak harcama üzerinde baskılayıcı bir etki yaratıyor; bu, Fisher’ın da belirttiği gibi, artan borç nedeniyle depresif harcamaların daha fazla deflasyona yol açtığı başka bir kısır döngüye yol açabiliyor.”
Bu sözlere cevap basittir. Enflasyon ile şişirilmiş obezite hastası Dünya’nın iyileşmesi için perhiz olarak ucuzluk elbette birilerini rahatsız edecektir. O kişiler malumdur. O iktisadî ajanlar hazine ile geçinen, üretimde payı olmayan sömürücü çevrelerdir. Krugman’ın “Eyvah! Ücretler, maaşlar! Düşmez!” dediği şey doğrudur. Fiyatlar düşecek ve emek-değer olarak ücretler katılıklarıyla durarak satın alma güçleriyle tekrar eski güzel günlerine kavuşacaktır. Paranın doğal kıtlığı teorisi alt sınıfları yukarıya çekecektir. Krugman’ın korkusu budur. Eşyanın tabiatına kızgınlıkları budur. Mülkiyet hakları yerli yerine oturacak ve bize güzel günleri hatırlatacak tek ekonomi-politikası ucuzluktur. Ucuzluk özgürlüğün en temel ekonomik değeridir. Ucuzluk insanlık onurumuzun kurtuluş reçetesidir.
Tekrar %100 altın standardı yıllarına geri dönmeliyiz. Maaşlar ve gelirlerin katılıklarıyla sabit, fiyatların düşük, satın alma gücümüzün yüksek olduğu yüzyıla geri dönmeliyiz! Bırakalım bizi safsatalara inandıran Enflasyonistlerin modern gelecekçi hayallerini, aklın çağına geri dönelim. Deflasyonu özgürlüğümüz kadar sevelim!
Teşekkürler