Hans-Hermann Hoppe - 20.07.1993
Ludwig von Mises, Human Action (İnsan Eylemi) adlı başyapıtında, iktisat teorisinin tamamını, kişinin eylemin anlamına dair kavramsal anlayışına (ve buna ek olarak, eylemin gerçekleştiği ampirik gerçekliğe dair birkaç genel, açıkça ortaya konan varsayıma) içkin ve ondan çıkarsanabilir olarak sunar ve açıklar. Bu kavramsal bilgiyi “eylem aksiyomu” olarak adlandırır ve iktisat teorisinin çıkış noktası olan eylemin anlamının, yani değerlerin, amaçların ve araçların, seçimin, tercihin, kârın, zararın ve maliyetin hangi anlamda a priori bilgi olarak kabul edilmesi gerektiğini gösterir. Bunlar duyusal izlenimler ve deneyimlerden değil, düşünceden türetilir (kişi eylemleri görmez, daha ziyade belirli fiziksel fenomenleri eylem olarak yorumlar!). En önemlisi, herhangi bir deneyim tarafından geçersiz kılınması mümkün değildir, çünkü bunu yapmaya yönelik herhangi bir girişim zaten eylemin varlığını ve bir eylemcinin eylem konusundaki anlayışını önceden varsaymayı gerektirir (sonuçta bir şeyi deneyimlemenin kendisi de kasıtlı bir eylemdir!).
Böylece, iktisadı son kertede a priori bir doğru önermeden türetilmiş olarak yeniden inşa eden Mises, iktisadın nihai temelini kurmuş olduğunu iddia edebilir. Bu şekilde kurulmuş bir iktisadı, önermelerinin tartışılmaz eylem aksiyomu ve aynı derecede tartışılmaz mantıksal akıl yürütme yasaları (yani örneğin fizikte kullanılan her türlü ampirik testten tamamen bağımsız, özdeşlik ve çelişki yasaları gibi) sayesinde kesin olarak kanıtlanabileceği gerçeğini vurgulamak için “praksiyoloji”, diğer bir deyişle eylem mantığı olarak adlandırır. Bununla birlikte, praksiyoloji fikri ve praksiyolojik düşüncenin bütününü inşa etmesi, onu belirli temeller arayışında modern Batı rasyonalizm geleneğinin en büyükleri arasına yerleştirse de Mises bu Batı rasyonalizm geleneğinin bir başka iddiasının, yani etik konularda da temeller olduğu iddiasının sağlam temellere dayandırılabileceğini düşünmez. Mises’e göre, iktisadî önermeler için olduğu gibi etik önermeler için de nihai bir gerekçe yoktur. İktisat bize belirli amaçlara ulaşmak için belirli araçların uygun olup olmadığı konusunda bilgi verebilir, ancak amaçların âdil olup olmadığına ne iktisat ne de başka bir bilim tarafından karar verilebilir. Bir amaç yerine başka bir amacı seçmenin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Son kertede, hangi amacın seçileceği hususu bilimsel açıdan tamamen keyfîdir ve sadece hoşa gitme olgusunun ötesinde herhangi bir gerekçeye dayanmayan öznel bir anlık arzu meselesidir.
Birçok liberteryen bu noktada Mises’i takip etmiştir. Mises gibi onlar da etiğin rasyonel bir temeli olduğu fikrini terk etmişlerdir. Onun yaptığı gibi, liberteryen özel mülkiyet etiğinin diğerlerinden daha yüksek bir genel yaşam standardı ürettiği; çoğu insanın aslında daha yüksek yaşam standartlarını daha düşük yaşam standartlarına tercih ettiği ve dolayısıyla liberteryenizmin oldukça popüler olması gerektiği şeklindeki iktisadî önermeden mümkün olduğunca çok yararlanmaktadırlar. Ancak nihayetinde, Mises’in de kesinlikle bildiği gibi, bu tür düşünceler yalnızca genel refah maksimizasyonunun “faydacı” (utiliteryen) hedefini zaten kabul etmiş olan birini liberteryenizme ikna edebilir. Bu hedefi paylaşmayanlar için hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Dolayısıyla, son tahlilde, liberteryenizm keyfî bir inanç eyleminden başka bir şeye dayalı olmayacaktır.
Aşağıda, bu pozisyonun neden savunulamaz olduğunu ve esasen Lockeçu olan liberteryenizmin özel mülkiyet etiğinin nihai olarak nasıl gerekçelendirilebileceğini gösteren bir argümanın ana hatlarını çiziyorum. Esasında bu argüman, modern liberteryen hareketin diğer usta düşünürü Murray N. Rothbard tarafından -özellikle de The Ethics of Liberty (Özgürlüğün Etiği) adlı eserinde- benimsenen liberteryenizmin doğal haklar pozisyonunu desteklemektedir. Ancak, özel mülkiyetin nihai haklılığını ortaya koyan argüman, doğal haklar geleneği tarafından tipik olarak sunulandan farklıdır. Bu gelenekten ziyade, Mises ve onun praksiyoloji ve praksiyolojik kanıtlar fikri model oluşturmaktadır.
Yalnızca liberteryen özel mülkiyet etiğinin argümantatif olarak gerekçelendirilebileceğini, çünkü bunun argümantasyonun praksiyolojik ön kabulü olduğunu ve sapma gösteren, liberteryen olmayan herhangi bir etik önerinin bu kanıtlanmış tercihi ihlal ettiğinin gösterilebileceğini ortaya koyuyorum. Bu tür bir ihlale sebep olacak bir önerme elbette yapılabilir, ancak önerme içeriği, kişinin kendi önerme oluşturma eylemi, yani argümantasyon eylemi sayesinde tercihini ortaya koyduğu etikle çelişecektir. Örneğin, “insanlar bir şeyler yapmaya karşı kayıtsızdır ve her zaman kayıtsız kalacaktır” denebilir, ancak bu önerme, aslında öznel tercihi (başka bir şey söylemek ya da hiçbir şey söylememek yerine tam da bunu söylemek) açığa çıkaracak olan önerme oluşturma eylemi tarafından çürütülmüş olacaktır. Aynı şekilde, liberteryen olmayan etik önermeler de aslında önerme gerçekliği ile çelişerek yanlışlanmış olacaktır.
Bu sonuca ulaşmak ve bunun önemini ve mantıksal gücünü doğru bir şekilde anlamak için iki kavrayış gereklidir.
İlk olarak, neyin âdil ya da adaletsiz olduğu sorusunun -ya da konumuz bağlamında daha genel bir soru olan neyin geçerli bir önerme olup neyin olmadığı sorusunun- yalnızca benim ve diğerlerinin karşılıklı önermelerde bulunabildiği, yani argümantasyon yapabildiği ölçüde ortaya çıktığını belirtmek gerekir. Bu soru bir taş ya da balık söz konusu olduğunda ortaya çıkmaz, çünkü onlar bu tür bir alışverişe giremez ve geçerlilik iddiasında bulunan önermeler üretemezler. Yine de eğer durum böyleyse -ki kişi kendisiyle çelişkiye düşmeden böyle olduğunu inkâr edemez, zira kişi tartışamayacak yapıda olduğunu tartışmadan iddia edemez- o zaman herhangi bir etik önermenin de diğer önermeler gibi önermeye dayalı ya da argümantatif yollarla doğrulanabilir olduğunu iddia ettiği varsayılmalıdır. (Mises’in de ekonomik önermeler formüle ettiği ölçüde, bunu iddia ettiği de varsayılmalıdır). Aslında, herhangi bir önermeyi üretirken, açıkça veya içsel bir düşünce olarak, kişi kendini veya başkalarını bir şeye ikna etmek için argümantatif araçlara başvurma ve güvenme isteğini tercih ettiğini gösterir. O hâlde, karşılıklı önermelere ve argümanlara dayalı bir gerekçelendirme olmadığı sürece, herhangi bir şeyi gerekçelendirmenin hiçbir yolu yoktur. Bununla birlikte, bir etik önerinin içeriğinin, savunucusunun bu önerinin geçerliliğinin argümantatif yollarla tespit edilebileceği iddiasıyla mantıksal olarak uyumsuz olduğu gösterilebilirse, o zaman bu durum bu etik öneri için nihai bir yenilgi olarak kabul edilmelidir. Böyle bir uyumsuzluğu göstermek imkânsızlığın ispatı niteliğinde olacaktır ve böyle bir ispat entelektüel soruşturma alanında mümkün olan en ölümcül yenilgiyi teşkil edecektir.
İkinci olarak, argümantasyonun başıboş, serbestçe dolaşan ve temeli bilinmeyen önermelerden oluşmadığını, kıt araçların kullanılmasını gerektiren bir eylem biçimi olduğunu ve bir kişinin karşılıklı önermelerde bulunarak tercih ettiğini gösterdiği araçların özel mülkiyete ait araçlar olduğunu belirtmek gerekir. Öncelikle, bir kişinin fiziksel bedenini münhasıran kullanma hakkı zaten önceden varsayılmamış olsaydı, hiç kimsenin herhangi bir şey önermesi ve hiç kimsenin argümantatif yollarla herhangi bir önermeye ikna olması mümkün olamazdı. Herkesin kendi bedenleri üzerindeki birbirlerini karşılıklı olarak dışlayan kontrollerinin tanınması, karşılıklı önermelerde bulunmanın ayırt edici karakterini açıklar; söylenenler konusunda anlaşmazlık olsa da, en azından anlaşmazlık olduğu konusunda hemfikir olmak hâlâ mümkündür. Kişinin kendi bedeni üzerindeki bu tür bir mülkiyet hakkının a priori olarak gerekçelendirilmesi gerektiği de açıktır; zira herhangi bir normu gerekçelendirmeye çalışan herhangi biri, “Ben şöyle şöyle öneriyorum” diyebilmek için bedeni üzerindeki münhasır (dışlayıcı) kontrol hakkını geçerliliği olan bir norm olarak önceden varsaymak zorunda kalacaktır. Böyle bir hakka itiraz eden de fiilî bir çelişkiye düşmüş olacaktır, zira bunu iddia etmek zaten itiraz ettiği normu kabul etmek anlamına gelmektedir.
Üstelik, kişinin bedenine ek olarak diğer kıt araçları da mülk edinim/homesteading eylemi yoluyla (yani bunları bir başkası sahiplenip kullanmadan önce kullanıma sokarak) sahiplenmesine izin verilmeseydi ve bu tür araçlar ve bunlara ilişkin münhasır kontrol hakları nesnel fiziksel koşullarda tanımlanmasaydı, tartışmayı herhangi bir süre boyunca sürdürmek ve argümanlarının önermeye dayalı gücüne güvenmek de aynı derecede imkânsız olurdu. Zira hiç kimse kendi bedeni dışında hiçbir şeyi kontrol etme hakkına sahip olmasaydı, o zaman hepimizin varlığı sona ererdi ve normları gerekçelendirme ve meşrulaştırma sorunu basitçe var olmazdı. Dolayısıyla, hayatta olma olgusu nedeniyle, diğer şeyler üzerindeki mülkiyet haklarının geçerli olduğu varsayılmalıdır. Hayatta olan hiç kimse aksini iddia edemez.
Dahası, eğer bir kişi bu tür mallar üzerinde münhasır kontrol hakkını mülk edinim/homesteading eylemiyle, yani başka hiç kimse bunu yapmadan önce belirli bir kıt kaynakla nesnel bir bağ kurmak suretiyle onu elde etmeseydi, ve bunun yerine sonradan gelenlerin mallar üzerinde mülkiyet iddiaları olduğu varsayılsaydı, o zaman hiç kimsenin hiçbir şey yapmasına imkân tanınmazdı, çünkü bir kişi yapmak istediği şeyi yapmadan önce sonradan gelenlerin tümünün rızasını almak zorunda kalırdı. Bu kurala uyulduğu takdirde ne biz, ne atalarımız ne de bizden sonraki nesiller hayatta kalabilirdik. Herhangi bir kişinin -geçmişte, günümüzde ya da gelecekte- herhangi bir şeyi tartışabilmesi için geçmişte ve şimdi hayatta kalmasının mümkün olması gerekir ve tam da bunu yapabilmek için mülkiyet hakları zamandan bağımsız ve ilgili kişi sayısı dikkate alınmaksızın düşünülemez. Aksine, mülkiyet haklarının zaman içinde belirli noktalarda eylemde bulunan belirli bireylerin bir neticesi olarak ortaya çıktığı düşünülmelidir. Böyle olmadığı takdirde, herhangi birinin zamanın belirli bir noktasında herhangi bir şeyi ilk olarak söylemesi ve bir başkasının da buna cevap verebilmesi imkânsız olacaktır. Basitçe, liberteryenizmin ilk kullanıcı-ilk sahip kuralının göz ardı edilebileceğini veya dayanaksız olduğunu söylemek bir çelişki anlamına gelir, çünkü bir kişinin bunu söyleyebilmesi için belirli bir zamanda bağımsız bir karar alıcı birim olarak var olması gerekir.
Son olarak, mülk edinim/homesteading yoluyla elde edilen şeyler nesnel, fiziksel koşullarda tanımlanmazsa (ve buna bağlı olarak saldırganlık da başka bir kişinin mülkünün fiziksel bütünlüğünün ihlali olarak tanımlanmazsa), aksine, öznel değerler ve değerlendirmeler açısından tanımlanırsa, eylemde bulunmak ve önerme oluşturmak da imkânsız hâle gelecektir. Her insan, eylemlerinin bir şeyin fiziksel bütünlüğünün değişmesine neden olup olmadığı üzerinde kontrol sahibi olabilirken, kişinin eylemlerinin bir başkasının mülkünün değerini etkileyip etkilemediği üzerindeki kontrol diğer insanlara ve onların değerlendirmelerine bağlıdır. Kişinin planladığı eylemlerin başka bir kişinin mülküne ilişkin değerlendirmelerini değiştirmeyeceğinden emin olmak için tüm dünya nüfusunu sorgulaması ve onlarla bir anlaşmaya varması gerekir. Şüphesiz, bu başarılmadan önce herkes çoktan ölmüş olacaktır. Ayrıca, mülkiyet değerlerinin korunması gerektiği fikri argümantatif olarak savunulamaz, çünkü bunu iddia etmek için bile herhangi bir fiilî anlaşmadan önce eylemlere izin verilmesi gerektiği varsayılmalıdır. (Eğer öyle olmasaydı bu önermede bulunulamazdı bile.) Ancak izin veriliyorsa, bu yalnızca mülkiyetin nesnel sınırları, yani herkesin kendi değerler ve değerlendirmeler sistemiyle ilgili olarak bir başkasıyla anlaşmak zorunda kalmadan kendi başına bu şekilde tanıyabileceği sınırlar nedeniyle mümkündür.
Kişi hayatta kalarak ve herhangi bir önermeyi formüle ederek, liberteryen özel mülkiyet etiği dışındaki her türlü etiğin geçersiz olduğunu gösterir. Eğer böyle olmasaydı ve sonradan gelenlerin sahip olunan şeyler üzerinde meşru hak iddiaları olması gerekseydi ya da sahip olunan şeyler öznel koşullarda tanımlansaydı, hiç kimsenin zamanın herhangi bir noktasında fiziksel olarak bağımsız bir karar alıcı olarak hayatta kalması mümkün olmazdı. Dolayısıyla, hiç kimse geçerlilik iddiasında bulunan bir önerme ileri süremezdi.
Özel mülkiyet etiğine ilişkin a priori gerekçelendirmem bu şekilde sona ermektedir. Daha önce değinilen bir konuya, liberteryenizmin bu “praksiyolojik” kanıtının faydacı ve doğal haklar pozisyonuyla ilişkisine dair birkaç yorum bu tartışmayı tamamlayacaktır.
Faydacı pozisyonla ilgili olarak, kanıt nihai çürütmeyi içermektedir. Bu kanıt, faydacı görüşü öne sürmek için, kişinin bedeni ve sahip olduğu mallar üzerindeki münhasır kontrol haklarının zaten ön kabul olarak geçerli olması gerektiğini göstermektedir. Daha spesifik olarak, liberteryenizmin sonuçsalcı yönü ile ilgili olarak, söz konusu kanıt onun praksiyolojik açıdan imkânsızlığını ortaya koymaktadır: Yani münhasır kontrol haklarının tanınması belirli sonuçlara bağlı olamaz. Özel mülkiyet hakları daha sonraki bir sonuçtan önce var olmadıkça, hiç kimse hiçbir zaman harekete geçemez ve hiçbir şey önermede bulunamaz. Sonuçsalcı bir etik praksiyolojik açıdan bir saçmalıktır. Bunun yerine herhangi bir etik “aprioristik” ya da anlık olmalıdır ki kişi burada ve şimdi harekete geçebilsin ve daha sonraya kadar harekete geçmeyi askıya almak yerine şu ya da bu önermede bulunabilsin. Sonucu bekleme etiğini savunan kişi, kendi tavsiyesini ciddiye alsaydı, etrafta bir şey söyleyecek kimse olmazdı. Ayrıca, faydacılık taraftarları hâlâ ortalıkta oldukları ölçüde, eylemleriyle sonuçsalcı doktrinlerinin yanlış olduğunu ve yanlış olarak görülmesi gerektiğini göstermektedirler. Eylemde ve önermede bulunmak özel mülkiyet haklarını şimdi, şu anda gerektirir ve bunların daha sonra belirlenmesini, tanınmasını, atanmasını bekleyemez.
Doğal haklar pozisyonu ile ilgili olarak, praksiyolojik kanıt, genel olarak rasyonel bir etiğin olasılığı ile ilgili önceki pozisyonu desteklediği ve bu gelenek içinde (özellikle Murray N. Rothbard tarafından) ulaşılan sonuçlarla tam bir uyum içinde olduğu için, en az iki ayırt edici avantaja sahiptir. Birincisi, insan doğası kavramının belirli bir dizi davranış kuralının türetilmesine izin vermeyecek kadar dağınık olduğu, başka türlü anlayışa sahip gözlemciler tarafından bile doğal haklar pozisyonuyla ilgili yaygın bir tartışma olmuştur. Praksiyolojik yaklaşım bu sorunu, daha geniş olan insan doğası kavramının değil, daha dar olan karşılıklı önermelerde bulunma ve argümantasyonun bir etik türetmede başlangıç noktası olarak hizmet etmesi gerektiğini kabul ederek çözer. Dahası, doğru ve yanlış, haklı ve haksız sorunu karşılıklı önermelerden bağımsız olarak ortaya çıkmadığı sürece, bu seçim için a priori bir gerekçe de mevcut olacaktır. O hâlde hiç kimse böyle bir başlangıç noktasına çelişkiye düşmeden itiraz edemez. Son olarak, özel mülkiyetin tanınmasını gerektiren şey argümantasyondur, bu nedenle özel mülkiyet etiğinin geçerliliğine yönelik argümantatif bir meydan okuma praksiyolojik olarak imkânsızdır.
İkinci olarak, doğal haklar teorisi savunucularının, olgu-değer dikotomisinin nihai geçerliliğine ilişkin bazı genel eleştirel görüşler ileri sürmeleri dışında, başarılı bir şekilde köprü kuramadıkları “olan” ve “olması gereken” ayrımında, yani “-dır” ve “-malıdır” (is- ve ought-statements) arasında mantıksal bir boşluk söz konusudur. Burada liberteryenizmin praksiyolojik kanıtı, özel mülkiyetin tamamen değerden bağımsız bir gerekçelendirmesini sunma avantajına sahiptir. Liberteryenizm tamamen “olan”da, yani “-dır” ifadeleri alanında kalır ve asla bir “-dır”dan bir “-malıdır” türetmeye çalışmaz. Argümanın yapısı şöyledir: (a) gerekçelendirme önermeye dayalı gerekçelendirmedir — a priori olarak doğru bir “-dır” ifadesi; (b) argümantasyon kişinin bedeni üzerindeki mülkiyeti ve mülk edinim/homesteading ilkesini varsayar — a priori olarak doğru bir “-dır” ifadesi; ve (c) o hâlde, bu etikten hiçbir sapma argümantatif olarak gerekçelendirilemez — a priori olarak doğru bir “-dır” ifadesi. Bu kanıt aynı zamanda olgu-değer dikotomisinin doğasının anlaşılması için de bir anahtar sunmaktadır: “Olması gereken” ifadeler “olan” ifadelerinden türetilemez. Bunlar farklı mantıksal alanlara aittir. Bununla birlikte, karşılıklı önermelerde bulunulmadığı sürece olgu ve değerlerin varlığından söz edilemeyeceği ve bu karşılıklı önermelerde bulunma pratiğinin de özel mülkiyet etiğinin geçerliliğinin kabulünü gerektirdiği açıktır. Başka bir deyişle, kavrayış ve hakikat arayışının normatif bir temeli vardır ve kavrayış ve hakikatin dayandığı normatif temel de özel mülkiyet haklarının tanınmasıdır.
Muhteşem bir makale